26 Haziran 2010 Cumartesi

KOCAMAN BİR ÇOCUĞU ÖPÜYORSUN

Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
Ağzında eriklerin aceleci tadı
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.

Sakarya Caddesi'nde sarhoşlar
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
Örseler acıyla düştüğü yeri
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.

ŞÜKRÜ ERBAŞ

GÜNEŞİN ALTINDA MUTLULUK VAR

Bir işçinin, elinde ekmekle evine döndüğü
o yerdir mutluluk
Akşamüstü, çocukları cıvıldayıp dururken
Derin bir iç çekiş, tatlı bir yorgunluk
Ve yüzüne yayılan gülümseme birden...

Mutluluk, kelebek olup uçmasıdır ipek böceğinin
Irmağın denize kavuşturmasının bir adı olmalı
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır
bir annenin
Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.

Mutluluk, bir acının bilincine varıp da onu dönüştürmektir
Yaşamın sonsuzluğunda karar kılan bir umuda
Sevgilinin boynuna dokunduğunda duyulan ürpertidir
Öpülen ilk dudak, içilen ilk sigaradır belki
Denizden yükselen kokudur sabah karanlığında
Kabullenmektir yani yaşamı, acısı ve sevinciyle
aynı boyutta
Yalnızca yaşamaktır belki de kimbilir...

Ne yerdedir, ne göktedir o - değil mi Abidin?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim...

AHMET ERHAN

25 Haziran 2010 Cuma

KÜFRAN

o rahvan atları anlaşılır kılan sabahlarda
göğsü kasvet sayrılarıyla çarpışıp
delişmen çocuklarını azdırırken dünya
şehrin çarşılarından esen telaş
hıçkırıklarla akşamı karşılayan bir aldanış gibi
babamın incinmiş sesine çökerdi.
yatağına ilk kez akan bir nehrin hırçınlığıyla
karın kapadığı rayları temizleyendi babam.
bir nasihatin başlangıcındaki parmağı hep tehdit,
bütün oğulları kaçgöç,
herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu
kendinin öksüzü ıslak bir adam.
benzemem diye düşünürken
müsvedde oldum ona.


bütün bozgunlara mâlik bir adamdı babam
mahzenlerde sakladığım kitaplar kadar müphem.
eski gazetelerle dönerdi akşamları
yani ki posta katarlarının artıkları..
okuturdu akşamların camlara çarpan geniş sesiyle.
oysa renksiz gazetelerdi çeken bizi
yani yıldız paylaşan üç kardeş
devlet ve babamızdan korurduk kitaplarımızı.
çünkü, sabahına sorardı şehir:
kimdi duvarlara bu kızıl harfleri düşürenler..
kavmim kadar ümmîydi babam
ya da herkes kadar sis.
dağılır bu kirli yarış diye düşünürken
yekûn oldum ona.

bilmediğim bir rabbin secdesine çağırırken beni
suya inen gözlerin tedirginliği sanırdım onu.
çünkü anlamazdı kimse
raylar boyunca hıçkıran bir adamın
bir boşluğa içinden konuştuğunu maraz gecelerini.
çünkü yalnızlık eski kıbleydi doğu’da
kendimizin kapısını çaldıkça başlayan küfrân.
çünkü boşaltılmış köylere fısıltıyla bakan babam
katarlar boyunca gözyaşı şişelerini görmezdi
o, karın kapadığı rayları temizleyendi sadece
yorulunca klarnet çalan, boş vagonlara.
yürürüm diye düşünürken
sebep oldum ona.


gözlerim sarındığım yazlar için ıslakken
onun sefer taslarında kaynamış taşlar,
önünde, gidemediği arafat dağı
solgun takvim yaprakları cebinde..
her akşam kurulan bir saatti babam.
öldürdüklerinin de namazını kılan
acıya vâkıf bir adam.
sırtından kayan hırkasını okşarken
bana yeter sanırdım içimdeki hayâ taşı.
oysa herkes adak,
her şey ses’ti doğu’da.
bu sözle dirilip
bu sözle yaklaşırdım sırtındaki hançere.
babasız büyüyen babamın
oğulsuzluğuna dokunurdum.
ummam, diye düşünürken
sebep oldum ona.


(yaban olaydım gelirdim merhamet sathına
içimdeki bu fazla yaldızı döker
makas değiştiren trenlerin permilerine sığınarak
uzak çocuklarıyla konuşurken
hep sesi titreyen babamın
ilmini anlardım o zaman:
ey bulanık geçmiş, onun gam oğulları
neden babalarla bu kadar sus çocuklar. )


çırpınan bir saralının, durulduktan sonra
dünyaya fırlattığı o mahzun bakış gibi,
babasına halef olan her çocuğun
bir şerden kopardığı parsa
gün gelir ona da serap olur, diyendi babam.
o zaman şakaklarımdaki parmaklar sâdık değildi
kursağımda daralan bu sözün anlamına.
çünkü lazım gelirdi ki
hiç bir söz bizi töhmet altında bırakmasın
ya da kurulanmasın
çocukluktan arta kalan gözyaşları..
babam kuytu konuşur ve susardı.
katrana bulanmış bir ağacın aleviydi o.
dönmem diye düşünürken
tavaf oldum ona.


kıssalarla büyüyen bir yol eriydi babam
yanlış bir hayatın doğrusunda ısrar.
istasyon çeşmelerinin üşüyen suları gibi
o fer gözlerden gideli çok
o çorak toprak ezel
birbirimizin ayazında bir ibre ve hata:
her baba aslında bir imâdır oğluna.
mevsimler, yıllar ve hayat
ah, böyle böyle geldim huzura.
çiğnedim babamın sancı sırtını
gittim raylarda unutulan hikâyelerin kahrına.
ben o dişi taşların oyuklarında duaydım artık.
alışır, alışır, diye düşünürken
merak oldum ona.


kilitlenen dişlerimi açmak için
bir sedâ kadına vardım sonunda.
oysa, hummayla kıvranırken
babamın yastığıma bıraktığı gazozlar
gibi köpürmüştüm aşklara:
başka biri seyrediyor gözlerinde
sanki bazen kaç kişi --
derdi o üzünç kadın.
bir başıma geçerdim ölüm mülkü vefa topraklarını
sabır çekerdim ağzımdan dökülen vedâ sularına.
soluksuz bir sabahın ayazında
uzun ve ıslak mühürlerle dönerdim sonunda.
fermandır: babayla bozgun her çocuk
hoyrattır elbet aşklarına.
çünkü zamansız yolcuya susar kavşaklar.
dedim, dedim ve
revân oldum ona


haddim bilsem, yorgun sazlıklardan
bir hırka için geçmezdim.
âh, anlardım: sokaklar evlerden de helâk.
bütün gece yağmurda ıslanmış bir köpek gibi
boynumu sebepsiz bir boşluğa uzatarak
bir duvar dibine tüneyip konuşurdum elbet:
babam neden bizden önce kalkardı sofradan..
ama artık geç bağışlanma dilemek ondan
çünkü kara örtüler atılırken üstüme
canıma kesilen paralar da hebâ.
hiç gitmedim kendimden uzağa, diye düşünürken
sıla oldum ona.

göğü ne kadar hatmetsem varamazdım
artık asayla yürüyen bir babanın efkârına.
varamazdım, çünkü gördüm:
yaşlandı babam bulanık sulara benzeyerek.
silinmiş el yazmaları,
boynundaki teslim taşı,
her cuma evimizden çıkan yetim yemekleri
kadar ferahtı giderek azalmış öfkesine..
laf körüğü dünya!
yaşlandıkça neden yalvaran kabirler
gibi bakardı babalar.
neden! diye düşünürken
medet oldum ona.


ezber bir dille uzandım sayfalara.
umarsız tepeler, suyu azalmış hürmetler dolandım
sabah ezanları kadar kimsesizdim artık.
oysa nasıl da yalandı geçtiğim âyetler
bunca küf, bunca batık ve sır neyi söylerdi
marifet miydi sümbüllerle açılan sesimin örgüsü
beni ehven-i şer’den öteye götürür müydü?
tâkatsiz dillerin esvâbını yırtan menkıbeler
küllenen bir ocağın başına oturtup
babama o giz sözleri söyletir miydi yeniden:
günüm ve zamanım nerdeyse orda tamamım
nerdeyse şer meleklerim orda hazırım..
rüzgarda dalgalanan bir perde kadar
dokunaklıydı onca aleve susan babamın gözleri.
bakmam diye düşünürken
nişân oldum ona.

yıllarla hatırladım:
kazâ ve belâ ondan yanaymış eski zaman.
kabuğuna alışmış bir yaraya
yeniden ilişmenin hazzı gibi
yaşlandıkça anılar ona yorgan:
keçesine sarınıp dağları uyuttuğu
şehri hınzır bir ıslıkla geçtiği
gençliğinin haram günleri.
ürperdikçe ağlayan babam..
ne bir şarkıya nefes kaldı onda
ne rabbin dağlarına heves.
bütün çocuklarına gizli gizli ağlayan
bir kolun sancısı oldu zamanla.
sabaha karşı, mağlûp trenlerin
sararmış istasyonlara yanaşması gibiydi babam.
herkesin kulak kesildiği bir salâ oldu sonunda.
unuturum diye düşünürken
mürekkep oldum ona:


artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan
yüzüne bakınca duydum ancak:
anneler erken
ölümlerine yakın sevilir babalar.

Kemal Varol

GİDERAYARAK

Handan ,hamamdan geçtik,
Gün ışığında hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık
Yoksa biz...
Bu dünyadan değilmiydik?

Orhan Veli

ÖMER HAYYAMDAN

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir öürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.

***
Yaşamanın sırlarını bilseydin
Ölümün sırlarını da bilirdin
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok
Yarın, akılsız, neyi bileceksin.

***
Bir geldi mi deri ölüm uykusu,
Biter bu dünyanın dedikodusu.
Ölenden bir haber bekler insanlar,
Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!

***
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz,
Kuklacı Felek usta, kuklalar da bi.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.

***
Niceleri geldi, neler istediler;
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.

***
Dünya, yıldıramazsın beni ne yapsan,
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan
Ölmemek elimizde değil ki bizim,
İyi yaşamamak beni tek korkutan.

***
Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben;
Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken.
Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi
Niye geldik kaldık, niye gidiyoruz bilmeden.

ÖĞRENMEYE ÖVGÜ

Öğren en basiti. Zamanıdır.
Sakın geç deme.
Öğren abeceyi, çok bir şey değil gerçi
Öğren, ama başla.
Koru kendini yılgınlıktan,
her şeyi öğrenmelisin
Çünkü sensin artık yönetecek olan

Köprü altındaki, öğren!

Öğren demirparmaklıklar ardındaki!
Ev kadını, öğren!
Öğren altmış yaşındaki!
Kimsesiz çocuk okul ara kendine
Bilim ara, soğuktan kıkırdayan.
Sarıl kitaba, aç insan. Silahtır o
Çünkü sensin artık yönetecek olan

Çekinme soru sormaktan arkadaş
Enayi yerine koydurma kendini
Alın teri dökmeden bellediğin şeyi
Biliyor sayılmaz insan.
Geçir gözden hesap pusulasını
Unutma, sana ödetilecek faturası
Parmak bas üstüne her rakamın

Nereden çıkmış, sor bakalım
Çünkü sensin artık yönetecek olan.

Şiir: Bertold Brecht
Çeviri: Ataol Behramoğlu

Ağustos Şiiri

Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
Hep böyle havalar besler fırtınaları
Korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
Duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
Alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim

Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
Bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor
Esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
Geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...

Ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
Beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim
Deli çizgi gözlerimi kör etmiş, kör etmiş, kör etmiş
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
Çığlık çığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
Gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
Selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde, neyleyim
İnsan demişim, kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum...

Kaderim kaderleri demişim güzelim
Sen olmasan ben böyle değildim
Böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
Bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...

Rüzgâr gibi ağustos geçti ellerimizden
Meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar
Bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı
Bir yanda boşa geçen gecelerin acısı
Malum o dramın en güzel perdesindeydik
Ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
Her gören didik didik bizi denetliyordu
Biz kendi derdimize düşmüştük...

Orda da akşamlar olacak güzelim
Kanlı mendil gibi ağustos akşamları
Şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
Belki yanında başkaları olacak
Belki düşlerine bile girmeyeceğim
Gün oldu acıların şiirini yaşadım
Gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
Bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
Ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin
Dokunsan parmaklarıma tutuşacağım...

Yere batan şehrin tek yalnızıyım
Yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
Ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler
Tepmişim rahatımı, boynu bükük mutluluğumu
Yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum...

Düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
En güzel günlerinde gençliğimizin
Ölümden ötesini aklım almıyor
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
İstesek cenneti kurtarabiliriz
Ben bir ışık için tepmişim rahatımı
Bu güleç yüzlülerin, bu acı türkülerini
Bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
Delicesine anlayarak güzelim
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bir Oğlum Olacak Adı Temmuz

bir oğlum olacak adı temmuz
uykusuz
korkusuz
beter mi beter
ben beynimi satarak yaşıyorum
o benden proleter

bir oğlum olacak adı temmuz
karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
bende bitmeyen kavga
onda yeniden başlayacak

bir oğlum olacak adı temmuz
öfkede benden fırtına
sevgide deniz
ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun
ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
temmuz gibi sıcak ve bereketli
temmuz gibi uçsuzbucaksız

bir oğlum olacak adı temmuz
dilinde en güzel sesi türkçemin
kulağı en yiğit şarkılarla delik
korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
vivaldi'yi dinler gibi okuyup anlayacak
ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şaftalisine
ay'dan kendi sesini dinleyecek
vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle

ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
iri bir çizme gibi balkanlar'a basarken faşizm
dağlarda silah atmayı sevdim
ben ki silah taşıdım gizli gizli
dünyanın bütün devrimlerine
boşuna dönmüyor bu rotatifler
boşuna bağırmıyor bu kara
boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
anamın aksütü gibi biliyorum ki
doyumsuz günlere doğacak temmuz
doyumsuz günler görecek
hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi
hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler gibi günler
ama mutlaka

karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
ben direndim yorulmadım
o yorulup yıkılmayacak

EGER

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar
bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir,
büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı
belki de,
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece
sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır
yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir
ayrılık gizlendiğine
belki de, kartvizitinde "onca ayrılığın birinci
dereceden failidir"
denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle
avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini
tutmak isterse...

Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim
uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık
etmiş olmasalardı eğer!!

Can yücel

18 . SONE

Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararı da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.

William SHAKESPEARE

KENT

"Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

Constantino KAVAFİS

GÜZELE

Dün gece senin küçücük elinle yalnız yattık
Yalnız senin küçücük elinle yalnızlık
Kandilli ilkokulu kadar kalabalık
Zilleri çaldığında düşlerinin
Sınıfların kapıları ardına kadar açık
Gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle, emeğin
Haklı sınıfları

Belki de baskın korkusuyla vefasız, akıntıya atılan
Kitaplar varya onlardan
Öğrenmiş Marx'ı, gümüş balıkları
Ve belki de onun için o kadar,
O kadar aydınlık ortalık...

Sen ki çiçekleri toplamayan güzelim
Çicekleri sulayan çocuk
Ve ben ki buruk ve kavruk
Bir ihtiyar adamım artık
Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok
Ve anladım, anladım ki bir daha
DÜŞÜNDE BİLE GÖREMEZ İŞLER
DÜŞLERİN GÖRDÜĞÜ İŞLERİ

CAN YÜCEL

KUTUP YILDIZI

O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı
Suyun su olduğu günden beri akardı
Biri can verip aydınlatır
Diğeri boğar ve yakardı
Yaşamın her dönüm noktasında
Bir ileri bir de geri
Atılan adımlar gibi alçalma ve yücelme
Atılan adımlar gibi
Büyüme ve küçülmeydi adı
Biri sevgi olup yapardı
Diğeri öfke olup yıkardı
O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı

Geceler güvensizdi
Gökyüzünde soluklar tükenirken
Ay sevinçsizdi
Bir şey vardı sanki hep yarım kalan
Bir anı ya da bir düş gibi
Uzak Uçurumlarda sessizce sallanan
Yıllardan beri canlı tutulan ateşler
Söndürülürken yüreklerde birer birer
Kim yakacaktı
Uğrunda ölünen o büyük ateşi kim
Daha gün batmadan
Karartılan günlerin rengini
Gün doğarken
Kim haykıracaktı mor bahçelere kim
Kim ağlayacak
Kim gülecekti tüm güzellikler adına
Kim sevecek
Kim dövüşecekti
Kim takacaktı ölürken
Ölümsüzlüğü gül diye yakasına
Kışın kar açıp
Çiçek olacaktı buz sarkıtan dallarda
Yazın güneş açıp
Gelecek olacaktı ufuklarda kim

Bir yıldız vardır hani
Bütün yıldızlar içinde der Homeros
Ne kopmuştur hiç bir zaman
Kök saldığı kutsal yerinden
Ne de boyun eğmiştir
Ölüm kusan hiç bir karanlık önünde
Nasıl susulursa
Bin yıllık zamana karşı okyanus dilinde
Aynen öyle parlamıştır
Tüm gecelerin gökyüzünde
Aynen öyle

Notaların tören tören canlanıp
Dile geldiği günden beri
Hiç bir senfoni bulamadı bu sesi
Bulamadı sarayların görkemli sütunlarında
Hiç mi hiç bestelenmeden
Ve seslendirilmeden yaşandı zindanlarda
Hücreler senfonisiydi adı

Yaylı sazlar: Demir parmaklıklar
Ve demir kilitli demir kapılar
Vurmalı sazlar: Taş duvarlar
Ve taş katılığında kör baskılar
Üflemeli sazlar: Şafakta idamlıklar
Ve direnen tutuklular
Erkekler kadınlar duvarlar ve ufuklar
Yıldızlar içindeki o yıldızın
Ölüme ve ölümsüzlüğe doğru
Akışıyla başlıyordu hep birden uçuşarak
Ardından diğer bütün notalar
Ki maviliklerde süzülen kuşlar
Kurtuluş savaşında
Kurşuna ve saza vurulan türküler
Fransız ihtilalinde
Sürgüne ve giyotine gidilen marşlar
Ve bir nice kızıl meydanda
Yankılanan uğultular - uğultular
Sonra güneşe gönderilen
Özgürlük renkleri peş peşe
Ve fethedilerek
Ağızdan öpülen enginler - enginler

Ey halkımın demir kazık dediği
Yıldızlar içindeki soylu yıldız
Varsın onlar söndü bilsinler seni
Bulutları delerek saldığın ışıklar
Ki bin renkli gelenek üzre
Balkıyıp çoğalıyor şimdi
Susmayan bir hücreler senfonisinde

Kentlerin en yumuşak sessizliğinde
Bildiriler düşüyor artık
İnsanların yüreğine yağmur taneleriyle
Gök gürlemeyince yer gülmez
Gök gürlemeyince yer gülmez diye


ADNAN YÜCEL

YALNIZLIK MACERASI

Öyle yalnız kaldım ki hayatımda
Kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum
Çok zaman annemin dizlerine hasret
Koydum başımı kendi dizlerime
Doya doya ağladım

Paylaşırsa dost paylaşırmış
İnsanın derdini sevincini
Dost ümidiyle ortalığa düşmeye gör
Hangi kapıyı çalsan kimseler yok
Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar

Aşık mı olmadım taparcasına
Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben
Diz mi çektirmedim alemde Kerem gibi
Ferhat gibi gürz mü sallamadım dağlara
Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin

O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum
Sabahları sokağa çıkmadan evvel
Cesaret şairim cesaret
Kendi saçlarımı okşuyorum geceleri
Sevgilimin saçları niyetine.

CAHİT SITKI TARANCI

ÇOCUKLARINIZ İÇİN

Savaş sonrası sayımlarda
Şu kadar ölü, şu kadar yaralı
Kadın, erkek sayısız kayıp…
Elden ayaktan düşmüş
Geride bir o kadar da sakat,
O kara günleri anımsayalım diye…

Zorumuz ne insan kardeşlerim,
Amacınız kökümüzü kurutmaksa,
Yetmiyor mu tayfunlar, taşkınlar,
Bunca aç, bunca sayrı, kırım, kıyım,
Sayısız işkence kurbanları…
En kötüsü,
Güngünden başımıza inen bu gökyüzü!

Bu toplanıp dağılmalar ne oluyor
Yüksek düzeylerde?
Neden alçakgönüllü değilsiniz,
Sözünüz mü geçmiyor birbirinize,
Hangi dilden konuşuyorsunuz?
Barışsa eğer istediğiniz
Uçaklardan başlayın işe
Önce çirkinleşen savaş uçaklarından…
Ya insanları bir yana bırakıp
Sivrisineklerin kökünü kurutun
Ya da bataklıkları!

Sonra geçin karasineklere!
Ne kadar da çoğaldılar son sıcaklarda
Yer gök tüm karasinek,
Yaşamımızı karartmak için.
Bir güç denemesi yapsanız da,
Onların yaşamını siz karartsanız!
Yoksa siz de mi barıştan yanasınız,
Onların özgürlüğünden yana?

Kolay değil, barıştan yana olmak
Özveri gerek yüksek düzeylerde.
Gene de bir nedeni olmalı, diyorum.
Bu toplanıp toplanıp dağılmaların.
Phantom'ların pazarlanması değilse
Denizaltıların sığınmasıdır
Dost limanlara
Ya sağcı gerillaların barındırılması…

Ah uzak görüşlü yetkililer,
Bıraksanız da büyük sorunları bir yana,
Biraz da ulusunuz için,
Halkınız için konuşsanız…
Çocuklarınız için…
Kökleri kuruyup gitmeden!

RIFAT ILGAZ

GİT

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Git de şen şakrak geçen günlerime gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.

Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar

Madem ki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.

Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.

Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.

Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysa ki hep yedekte, hep elde var saymıştın.

Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!

Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez.

Her darbene tehammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.

Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.

Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!

Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!

Madem aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.

Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!

Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!

Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm,
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.

Korkulu düşlerimi yorumdan kaçıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum.

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

CEMAL SAFİ

ZAMANI DEĞİL

Zamanı değil susmanın
göreceksin nice çiçeklerin dirildiğini,
nice korkuların dağıldığını yüzlerden;
gelip de bir kavşağa dirençsiz mi kalmışlar,
güç katacak nice insana
boşalınca dudaklarının arasından,
göğsünün içinde tuttuğun hava.
Yükle o soluğu ey suskun
geliştir sınırlarını,
varacağı yönleri genişlet,
büyüt yeni bir gökyüzü kadar.
Döndüreceği yeni kanatlar eklensin değirmenlere,
yeni yataklar bulunsun ırmakların akacağı,
yeni dallar yaratsın kavgadaki ağaç,
kırdaki bekleyiş
yeni anlamlar edinsin.

Kemal ÖZER

BELKİ YİNE GELİRİM

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
ama bir tufan az mı gelir yoksa, yine de
yırtılan ve parçalanan birşeyler olmalı mutlaka
hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler

Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü

Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisi
tükürsek cinayet sayılıyor artık
ama nerde kaldılar, özledim gülüşlerini onların

Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
tek yaprak bile kımıldamıyor nedense
ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
okuduğum bütün kitaplar paramparça
çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
sırnaşık aydınlar, arabesk hüzünler
bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma

Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
dizginlerini koparan bir at sanki bu
soluksoluğa kalıyorum her sonbahar
ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim

Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
birgün gelirsek hangi kent güzelleşmez
şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün

AHMET TELLİ

23 Haziran 2010 Çarşamba

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
...Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sukutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Koku bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

Ahmet Hamdi Tanpınar

22 Haziran 2010 Salı

ROBOT UYUMLULUĞU

Birey, kendi dışındaki dünyanın ezici gücü karşısındaki önemsizlik duygusunu ya kendi bireysel bütünlüğünü yadsıyarak, ya da dünyanın tehdit oluşturmasını durdurmak üzere başkalarını yok ederek yenmektedir.
diğer kaçış mekanizmaları ise, kişinin , dünyanın kendisini tehdit etmesi olgusunu tümüyle yok etmek üzere dünyadan el etek çekmesi ve dışındaki dünyayı çok küçük kılacak ölçüde kendisini büyütmesi şeklinde ortaya çıkar. bu kaçış mekanizmaları bireysel ruhbilim için önemlidir gerçi ama , kültürel açıdan pek önem taşımazlar.
ancak toplumsal önemi çok büyük olan bir başka kaçış mekanizması daha vardır. bu kaçış mekanizması , çağdaş toplumdaki normal bireylerin büyük bir çoğunluğunun bulduğu çözümü oluşturur. kısaca özetlemek gerekirse , birey kendi olmaktan çıkar; kültürel kalıpların kendisine sunduğu kişiliği tümüyle benimser; böylece tıpkı diğerleri gibi ve onların kendisinden beklediği gibi olur. 'ben' ile dünya arasındaki tutarsızlık ve onunla birlikte de , bilinçli yalnızlık ve güçsüzlük duygusu ortadan kalkar. bu mekanizma, bazı hayvanların kendilerini korumak üzere renk değiştirmesiyle kıyaslanabilir. onlar da kendi çevrelerini o kadar benzerler ki , çevrelerinden nerdeyse ayırt edilemezler. kendi bireysel benliğinden vazgeçen bir robot haline gelen kişi, çevresindeki milyonlarca diğer robotla aynı olur, ve artık kendini yalnız hissetmez, kaygı duymaz. ama ödediği bedel yüksektir; kendi benliğini yitirmiştir.

kaynak/özgürlükten kaçışerıch fromm

AYDIN MISIN

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol

Rıfat ILGAZ

21 Haziran 2010 Pazartesi

bakış deyip geçmeyin

Bir bakışın kudreti bin lisanda yoktur
Bir bakış bazen şifa bazen zehirli oktur...


Bir bakış bir aşığa neler neler anlatır
Bir bakış bir aşığı saatlerce ağlatır.


Bir bakış bir aşığı aşkından emin eder
Sevişenler daima gözlerle yemin eder...

VICTOR HUGO

BİLGİNİN KAYNAĞI PROBLEMİ :

Felsefe tarihi boyunca bilginin kaynağıyla ilgili dört temel görüş ortaya çıkmıştır. Bu görüşler : Rasyonalizm (Akılcılık): Bilgi kaynağında aklın ve düşüncenin olduğunu savunan akımdır. Emprizm(Deneycilik): Bilginin kaynagında algıların, duyuların , deneylerin ve gözlemlerin bulunduğunu savunan akımdır. Kritisizm (Eleştiricilik): Bilginin kaynagında aklın ve deneyin bir arada bulunduğunu savunan akımdır. Entüisyonizm (Sezgicilik) :Bilgi elde etmede aklın ve deneyin yetersiz olduğu insanın sadece sezgi aracılığıyla bilgi elde edebileceği savunulan akımlardır.

20 Haziran 2010 Pazar

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından.

Nazım Hikmet

İnsanı simgeleyen Fa­ust‘la şeytanın savaşı

Faust -

1832 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman ozanı, oyun yazarı Johann Wolfgang von Goethe'nin Faust adlı şiirsel oyunu dünya klasikleri arasında önemli bir yer tutar. Faust, Goethe'nin butün eserlerinin bir birleşimi olarak kabul edilir

Faust, Goethe'nin neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı bir yapıttır. Urfaust adıyla onsekiz yaşında başladığı oyunu, 1806de Faust I ve 1832de Faust II adıyla iki büyük bölüm halinde yazarak seksenüç yaşında ölümünden kısa bir süre önce bitirebilmiştir.

Goethe, Faust'un konusunu çok eski bir öyküden almıştır. Şeytanla bahse giren insanoğlu teması önceki yüzyıllarda da birçok öyküye ve oyuna konu olmuştur. Goethe'den önce birçok yazar tarafından defalarca işlenmiş bir konu olan Faust, daha önce de usta bir İngiliz yazarı olan Christopher Marlowe (1564-1593) tarafından Doktor Faustus adıyla işlenmiştir. Aynı konudan hareket etmelerine karşın iki oyunun olay örgüsü çok farklı biçimde gelişir ve sonuçlanır. Marlowe, Faust'u şeytanla girdiği anlaşmayı kaybeden biri olarak ele almıştır. Oysa Goethe Faust karakterini Şeytan Mefistofeles'e yenilmeyen bir insan olarak incelemiştir. Goethe, Faust'unda evrensel bir insan tragedyası yaratmıştır.

Goethe'nin Faust I eseri bir oyun şeklinde görülmekle beraber çok derin ve karmaşık içeriği dolayısıyla genellikle okumak için hazırlandığı ve sahnelenme istenmediği kabul edilebilir[1] Buna rağmen, Goethe'nin Faust'u içeriğinin çok zengin felsefi derinliği nedeniyle pek çok farklı yorumla yüzlerce kez yeniden incelenmiş, dünyanın birçok ülkelerinde çok farklı yorumlarla sahnelenmiştir.


Oyunun baş kahramanı Faust, felsefeyi, tıbbı, doğa bilimlerini, teolojiyi araştırmış, gençlik ve olgunluk çağını yeryüzünün sırlarını çözmek için tüketmiştir. Faust'un bu arayışı Şeytan'ı (Mefistofeles) rahatsız etmektedir. Çünkü pek çok insanı felaketlerle yok etmesine, pek çok insanı dünyasal hazlarla uçuruma düşürmesine karşın, yeryüzündeki Faust adındaki doktor, akıl ve bilgi ile kendisine direnmektedir. Tanrı'dan Faust'u doğru yoldan çıkarmak için izin isteyen Mefistofeles,onun bunalımlar içinde olduğu bir gece karşısına çıkar ve Faust'a dünya hazlarını vaad eder.Bir iddiaya girerler. Mefistofeles, onun bilgi hastalığından kalbini kurtaracak, yaşatacağı en güzel hazlar karşısında Faust "Dur ey zaman,ne güzelsin!" diyecek olursa iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust'u gençleştirir ve ona aşk duygusunu tattırır. Faust, bu duyguyu sadece Gretchen adlı genç bir kızdan çok ötede Helene idealine kadar hissedecek, ama her şeye karşın Mefistofeles'e beklediği cevabı vermemekte diretecektir.

Pandora , hep söyleriz ama anlamını ne kadar biliriz

Pandora`nın yaratılması

Pandora "tanrılar armağanı" anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ilk kadın, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için hazırlandığına inanılırdı.

Efsaneye göre, Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora'yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora'ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar... ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki "umut"tur.kötülüğün yayılmamış olması umudu.

Pandora mutsuzluk ve dertlerin olmadığı dünyada yaşar fakat kadına özgü merakına yenilip kutuyu açar.Ama başka bir efsaneye göre de Pandora kutuyu açtığında dünyaya kötülük hakim olur ve Pandora kutuyu kapatırken de kutu Pandorayı esir alır...

Diğer bi hikâyede ise Haberci Tanrı Hermes Olimposa giderken sırtında çok uzaklara götürmesi gereken sandığı Pandora ve eşine bırakır. Pandora merak eder kutuyu açar kendine ve eşinin üzerine pişmanlık, kızgınlık, kibir vs. gibi kötü özellikler, yaşadıkları mutlu ormana vede bütün dünyaya türlü türlü kötü özellikler yayılır. Son anda Epimetheus sandığı kapatır. Sandığın içinden bi ses gelir.Sandıktan gelen cılz ses -Lütfen beni çıkarın . Dışardaki kötülüklerle ancak ben başadebilirim- der. Bu sefer Pandora ve eşi birlikte açarlar sandığı. Sandığın dibinde bir kelebek vardır. Sandığın içindeki kelebek te ümittir.

Prometheus,/tanrılardan ateşi çalmış ve insana vermiştir

Prometheus, bağlandığı kayadan daha sert, da­lağını yiyen akbabadan daha sabırlıdır, insana güvenini hiç yitirmemiştir.

Prometheus, Hesiodos'a göre İapetos'la ve Klymene'nin oğlu ve Atlas, Menoitios ve Epimetheus'un kardeşidir. Bazı metinlerde Prometheus'un annesi Asia ve kardeşi Athos olarak gösterilir. Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermekle bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır.

Olympos tanrılarının kuvvet ve kudretine karşılık, Prometheus'da kurnazlık ve zeka vardır. Titanların isyanları sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmıştı. Zeus onu Olympos'daki ölümsüzlerin arasına aldı. Oysa o Zeus ve arkadaşlarına karşı kin besliyordu. Dedelerinin öcünü almak için, kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra onun acizliğine acıyarak, Hephahistos (Ateş Tanrısı) alevler saçan ocağından bir kıvılcım çaldı ve insanlara armağan etti. Bunun için Tanrı Zeus tarafından Kafkas Dağında zincire vurulmuş ve Prometheus Desmotes (zincire vurulmuş Prometheus) adıyla anılmıştır. Tanrılarca görevlendirilen bir kartal(bazen akbabayla karıştırılır) sürekli olarak, her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmektedir. Onu Kafkas dağının tepesindeki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı, ölümlü Herakles kurtarır. Prometheus; "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur" der, böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.
Bu arada Zeus, kendisini hiçe sayan insanlara da bir ders vermek için, Hephaistos'a su ve balçıktan ilk bakirenin heykelini yaptırdı ve kalbine ruh yerine Prometheus'un ateşi çaldığı yerden aldığı bir kıvılcımı koydu ona Pandora ismini verdi. Onu insanlara yollarken eline verdiği kutuda ise tüm kötülük ve ızdıraplar vardı. Zeus böylece insanlardan da intikamını aldı.

Zincire vurulmasındaki asıl neden Zeus'un ondan korkuyor olmasıdır. Geleceği görme yetisi olan bir titan'dır ve bu yetisini kullanarak Zeus'un Kronos'u tahttan indirmesine yardımcı olmuştur. Gelecekte de Prometheus'un bu özelliğini kendisinin tahttan düşürülmesi için de kullanacağından korkan Zeus, Prometheus'un ateşi (bilgiyi) çalarak insanlara vermesi ile ondan kurtulmak için gerekli fırsatı elde etmiştir. Bu işkence 30000 yıl sürmek üzere planlanmıştı, fakat Herkül'ün onu serbest bırakmasıyla Prometheus kendisinin karaciğerini her gün yiyen kartalı buldu ve öç olarak Zeus'un Prometheus'u cezalandırmakla görevlendirdiği kartalın karaciğerini yedi. Zeus bu şekilde cezasını sonlandıran Prometheus'u affetti ve tekrar ölümsüzler arasına aldı.

kaynak
"http://tr.wikipedia.org/wi

.Zincirden Kurtulan Prometheus

Tahtlar, sunaklar, zindanlar, yargı yerleri
Krallık asâları, papalık taçlarıyla,
Kılıçlar, zincirlerle, hesaplı bir haksızlığın
Yanlış bilgilerle dolu koca kitaplarıyla
Ezilen zavallı insanların
Bilinmez bir tapınağın hortlakları,
Korkunç, barbar gölgeler gibi dolaştıkları yerler…
Yaban, azgın, karanlık, aşağılık ve korkunç
Nice adlar altında nice kılığa giren,
Ne tanrıca, ne insanca sevilen bu iğrenç karaltılar
Dünyaların zorbası Jupiter’di hep;
Ulusların ürkerek kanları ve umutsuzluktan yenik yürekleriyle,
Ve sevgileriyle boyun eğdikleri,
Sunaklarına toz içinde, çelenksiz sürüklendikleri,
İnsanların çaresiz gözyaşları içinde baş verdikleri,
Korkuyla, nefrete dönen bir korkuyla, övdükleri
O asık yüzlü, ürküten putlar yıkılıyor şimdi
Kimsesiz kutsal mezarlarının toprağı üstüne…
O iğrenç maske düştü artık, insan
Boyunduruksuz, özgür, sınırsız ama eşit,
Ne sınıf, ne oymak, ne ulus,
Korkudan, baskıdan, ezilmekten uzak
Kendi başına buyruk insan

Percy Bysshe Shelley

DAYANILMAZ

Gözlerini ölüm bürüdü onların
korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.

Günden güne daha cana yakın
günden güne daha yaşanacak hale gelsin diye
her gün daha sağlam
daha usta
daha kahraman ellerle onarılan yeryüzü
eskisinden dar geliyor onlara
eskisinden düşman.

Ne günün ilk ışığı
ne balık sürülerinin ışıldaması suda
ne güneşe uzanan dal
ferahlık vermiyor içlerine.

Çalınan insan emeği yaşatmaz oldu
korkulu rüyalarla uyanarak uykularından
korkunç kararlar verdiler.

Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un
Samsun'un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.

Fakat korkunç kararlara ve tehlikelere aldırış etmeden
boy atan başakların şarkısı devam eder
topraktan güneşe avaz avaz.
Çatlayan tohumdaki yaşamak arzusu
her zaman galip, her zaman hür,
dağlardan akan suyun sevinci
her zaman genç, delikanlı
kabına sığmaz...

Dayanılmaz
çocuğunu emziren ananın şefkatine
-yırtıcı, derin-
hilelere, ölümlere karşı gelir
memedeki çocuğun iştahı,
kudreti sonsuz,
dayanılmaz.

Ve sen gözbebeğim
sen erkek sesinle
"İşsiz kalmasın insanlar, öldürmeyelim birbirimizi." dersin
milyonların içinden
milyonlardan ve gün ışığından uzağa götürülür,
işkence görür,
hapis yatar,
sürgün edilirsin;
sevilecek şeyler değilse de bunlar
DAYANILIR...

Halbuki günden güne yaşanacak hale gelen yeryüzünde
toprağın ve insanoğlunun ümitle yarattığı her şey
çatlayan tohum, akan su,
ana şefkati, çocuk iştahı, insan tahammülü,
hayatı öven şiir,
kardeşliği söyleyen şarkı,
mücadele eden resim,
ve emekçinin yüreği, elleri, hasreti
harbe ve ölüme karşıdır
DAYANILMAZ...

Arif DAMAR

FENOMENOLOJİ

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ /DOGMATİZM TEMELİNDE/ FENOMENOLOJİ

Fenomenoloji, yani görüngübilim kurucusu Edmund Husserl olan felsefe görüşüdür. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felesefe akımıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece tıkanmış olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Bir felsefe akımı olmaktan çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır. Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir.

20. yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında etkili ve belirleyici bir yere sahiptir Fenomenoloji. Heidegger'den Sartre'a, Frankfurt Okulu'ndan Foucault'a ve Postmodern düşünürlere kadar pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

Fenomenoloji, (Türkçeye Görüngübilim olarak çevrilir) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şey'ler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizm'le aynı noktada dursa da, temelde fenomonoloji bu iki felsefe akımına karşı çıkar. Bu karşı çıkış en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Tek tek nesneler, Fenomenolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Ayrıca, dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla ilkin doğabilimini dışta bırakır ve böylece her iki teorik eğilimi yadsır.

Fenomenoloji, yaygın olarak kullanılan deyişle, öz'lerin araştırılması konusudur. Cünkü, bütün sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Ancak, bu noktada ayrımı belirginleştirmek gerekir; Fenomonoloji, öz’lerin bilimi degil, öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimidir aslında. Algının ya da bilincin özü'nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

Fenomenolojik bakışa göre, gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji, Bilinç'in sistematik incelemesini hedefler. Hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur.

Böylece "fenomenolojik yöntem" denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturuldugu/oluştuğu anlaşılmaya çalışılır. Özgün yöntemsel kategoriler geliştirir Fenomonoloji bu noktada. İki temel kategorisi vardır bu yöntemin; „askıya alma“ ve „fenomenolojik indirgeme“.

Bunlar, kısaca belirtilecek olursa, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin raslantılsallığının paranteze alınarak dışta bırakılmasını ve öte yandan da, bilimsel ya da mantıksal olsun, çıkarsama yoluyla türetilmiş olan her tür yargıların ve çıkarsamaların dışta bırakılmasını ifade ederler.

Böylece, ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem raslantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur, ki sonuçta rastlantısal dış görünümleri bir yana bırakılarak dünyanin öz'ü ortaya konulabilsin. Salt öz ’e ancak bu şekilde varılabilecektir.

RASYONALİZM

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞ PROBLEMİ /DOGMATİZM TEMELİ ÜZERİNDE /RASYONALİZM

Akılcılık ya da Rasyonalizm , bilginin kaynağının akıl olduğunu; doğru bilginin ancak akıl ve düşünce ile elde edilebileceği tezini savunan felsefi yaklaşıma verilen isimdir. Buna göre, kesin ve evrensel bilgilere ancak akıl aracılığıyla ve tümdengelimli bir yöntemsel yaklaşımla ulaşılabilir. Dünya hakkındaki mühim olan bilginin sadece deney ötesi yöntemlerle elde edilebileceğini savunur. Akılcılık her bireyin eşit ve değişmez akli ve mantıki ilkelere sahip olduğunun kabulü ile, çeşitli a priori ve apaçık hakikatlerin varolduğunu kabul eder. Son zamanlarda, çeşitli dilbilimcilerin bazı dilbilim kavramları hakkındaki yazıları haricinde, a priori bilginin varlığı sıklıkla reddedilmiş, kabul edilse dahi etki alanı ve konumu daraltılmıştır.
Bu görüşe göre, kesin bilgi örneği matematiktir. Hakikate ve eşyanın bilgisine sadece akıl ile erişilebileceğini savunur. Bu sebeple akılcılık, deneyciliğin karşıtıdır. Akla karşı yaklaşım pek çok bağlamda dindeki vahiyle yahut etikteki duygu ve hisle karşılaştırılan bir yaklaşımdır. Bununla birlikte felsefede akıl genellikle içgörüyle (içe doğmayla değil) karşılaştırılır.
Batı'da akılcı gelenek Elealılar, Pitagorasçılar ve Platon ile başlar .Aydınlanma'dan beri akılcılık felsefenin hizmetine matematiğin yöntemlerini sunmaya çalışır. Descartes, Leibniz ve Spinoza buna örnek gösterilebilir Akılcılık Avrupa'da genellikle kıta felsefesi olarak bilinir, çünkü İngiltere'de deneycilik daha baskındır. Nitekim Leibniz ve Spinoza gibi filozofların düşünceleri, İngiliz deneyci filozoflarınkilerle sık sık karşılaştırılmıştır. Geniş bir bakış açısından bir filozof hem akılcı hem de deneyci olabilir . Deneycilik ile akılcılık arasında en temel tartışma (insan) bilgi(si)nin kaynağıdır.. Aslında çoğu rasyonalist filozof deneyime de en azından belirli oranda önem vermiştir ve belirtilen derecede aşırı bir noktada bulunan herhangi bir rasyonalist okul ortaya çıkmamıştır
Felsefî bir okul olarak akılcılık ve içerdiği temel ilkeler 18. yüzyılda büyük bir eleştiriye maruz kalmıştır. Bununla birlikte bu dönemde de, sayıları az da olsa, akılcılığı savunan filozoflar olmuştur.. 18. yüzyıl'da akılcılığa en büyük eleştiri deneyci çevrelerden gelmiştir. Bununla birlikte, örneğin Alman filozof Kant da geleneksel akılcı düşünce okulunu tenkit etmiştir. Kant eleştirel bir değerlendirmeyle yeni bir rasyonalizm fikrini temellendirmeye yönelir. Rasyonalizm geleneği başlangıcından itibaren ele alındığında karşımıza pek çok farklı türlerde rasyonalizm yorumları ya da yaklaşım biçimiyle karşılaşılır.

EMPRİZM

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ
DOGMATİZM TEMELİ ÜZERİNDE /EMPRİZM


Bilginin tek kaynağının görgüsel deney olduğunu ileri süren bu öğreti, türkçede amprizm, görgücülük ve ya deneycilik olarak da geçmektedir. Emprizmin batı dillerindeki kökü, deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria deyimidir. Bu yunanca deyim, bilimsel bilgi anlamındaki yu.episteme deyimle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.

Görgücülük, birçok yanılgılarına rağmen, felsefe alanında temel öğretilerden biridir. Bilginin görgülere dayandığı savı, ustan ve doğuştan olmadığı anlamını içerir. Bu bakımdan emprizm, rasyonalizme ve nativizme karşıt bir düşünce akımıdır. Bilginin görgüselliği duyulardan, algılardan, deneylerden geldiği savını kapsar.

Empirizmin ilk temsilcileri ilkçağ Yunanistan’ ındandır. İlk empiristler, duyularımızın bildirdiği duyumları esas alırlardı ve bunları “gerçek bilgiler“ olarak kabul ederlerdi. Duyumculuk denilen bu şekildeki empirizmin kurucuları antik çağ Yunan düşüncesinde Protagoras, Demokritos gibi düşünürler duyumculuğu savunmuşlardır. Bunlara göre bizim için var olan ancak duyduğumuz şeylerdir, duymadığımız şeyler bizim için yok demektir. Her kişinin bilebileceği kendi duyumu olduğuna göre ne kadar insan varsa o kadar da gerçek var demektir. Duyularımız dışında başka bilgi edinemeyeceğimiz için ilk nedenleri araştırmak boşunadır. İnsan kendisi için erişilebilecek tek şey olan kendisi ile yetinebilmelidir.

Bugünkü anlamda emprizm ise 17. yy da İngiltere’ de gelişmeye başlamıştır. İngiliz filozoflarından John LOCKE (1632-1704), George BERKELEY (1685-1753), David HUME (1711-1776), Stuart MILL (1806-1873) ve Herbert SPENCER (1820-1904) bu gelişmede başlıca rolü oynadılar. Fransa’da CONDILLAC (1715-1780) bu mesleği daha çok duyumculuk alanında geliştirdi.
Bu felsefenin en büyük özelliği, kurgulardan kaçınması, deney ortamında kalmak istemesidir. Empiristler, sezgiye dayanan bilgiyi reddetmiş, bilginin deney ve tecrübelere dayandığını savunmuşlardır. Fakat sezgisel bilgiyi red ediş, içgüdüsel fikirleri kesin olarak red etmez, çünkü içimizde doğuştan var olan duygu, düşünce ve bedenimizi yönlendiren birtakım eğilimler de vardır.

PRAGMATİZM

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ /DOGMATİZM TEMELİNDE /PRAGMAZİZM

Felsefede Faydacılık, hem iyinin teorisi hem de doğrunun teorisidir. İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır . İyi en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır. Bir doğru teorisi olarak ise faydacılık neticecidir . Doğru hareket bir şeyin uygulanabildiği ölçüde gerçek olduğu savına dayandırılmıştır. Buna göre eğer bir olgu ya da görüş pratikte uygulanabiliyorsa ve başarı veriyorsa o şey mekanizmaları tartışılmaksızın doğru kabul edilmelidir, tersi durumda da yolunda gitmeyen şey araştırılmaksızın çöpe atılmalıdır. Ampirizm ile yakın alakası olan bu felsefi akımı teorik düşüncenin tam tersi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.

Faydacılık ilk olarak 18. yüzyıl İngiltere'sinde Jeremy Bentham ve diğerleri tarafından öne sürülmüştür. Fakat Epikür gibi antik Yunan filozoflarına kadar geri gidilebilir. İlk kez ortaya atıldığında iyi en fazla insana en fazla mutluluğu getiren şey olarak tanımlanmıştı. Ancak daha sonra Bentham iki farklı ve birbiri ile çelişme potansiyeli olan kavram içerdiğinden birinci kısmı atıp sadece “en büyük mutluluk prensibi” demiştir.

Hem Bentham'ın hem de Epikür'ün formulasyonu hedonistik nedenselliğin farklı tipleri olarak düşünülebilir çünkü hareketlerin doğruluğunu sebep oldukları mutluluğa göre ölçüyorlardı ve mutluluğu zevkle tanımlıyorlardı. Ancak Bentham'ın formulasyonu ferdi olmayan bir hedonizmdi. Epikür'ün kişiyi en mutlu eden şeyi yapmasını tavsiye etmesine karşılık Bentham herkesi en mutlu yapacak şeyi yapmayı uygun görüyordu.

Faydacılığı eleştirenler bu görüşün birkaç problemi olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan biri değişik insanların faydalarının karşılaştırılmasının zorluğudur. .

Değişik insanların mutluluğunun kıyaslanmasının sadece pratikte değil prensipte de mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür. Faydacılığın savunucuları bu problemin iki kötü seçenek arasında karar vermek zorunda kalan herkesin karşılaşabileceği bir problem olduğunu söyleyerek karşılık vermişlerdir. Bir milyar insanın ölmesiyle bir kişinin ölmesinin aynı derecede kötü olduğunu söyleyemiyorsanız bu problemi utilitaryanizmi red etmek için kullanamazsınız demişlerdir.

Faydacılık sağduyu ile çeliştiği için de eleştirilmiştir. Örneğin kişi kendi çocuğunun hayatı ile iki yabancının hayatını kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kaldığında kendi çocuğunu kurtarmayı seçecektir. Ama faydacılar iki yabancıyı kurtarmanın gelecekte daha fazla potansiyel mutluluğa sebebiyet vereceğinden tersini tercih etmeyi destekleyeceklerdir.

Bu akımın -bir şey uygulanabildiği ölçüde doğrudur- şeklindeki savı ise hiç bir teorik mekanizmanın tartışılmasına izin verilmeden bir şey özden yoksun olduğu halde başarılı bile olsa kabul gördüğünden eleştirilmiştir. Sözgelimi birbirinden farklı seceneklere sahip bir soru hiç bir bilgi sahibi olmayan kimse tarafından rastgele ama doğru yanıtlandığında faydacılıga göre o şey artık mutlaklık kazanmıştır. Bu kişinin bilgili eğitimli ya da zeki olması pek de önemli unsurlar değildir. Tersi durumda da çok iyi eğitimli ve yetenek sahibi kişiler toplumda iyi statülere erişemediğinde onların gerizekalı ya da cahil olarak damgalanmaları bu akım yüzündendir. Kısacası faydacılıkta önemli olan öz değil biçimdir, olayların teorik akışı önemsizdir mutlak olan daima pratik başarı olarak kabul edilir.

pragmacılık, uygulayıcılık, burjuva dünyasında pek tutulduğu ve pek yayıldığı halde, bilimdışı bir kuramdır. bilimi de açıkça yadsır. james'e göre "insanın dünyadaki durumu, kedinin kitaplıktaki durumu gibidir; görür ve duyar ama hiç bir şey anlayamaz". pragmacılar dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır. gerçek, kendi yararımıza göre belirlmekle, özneldir. bu bakımdan pragmacılık tekbenciliğe varmaktadır. her şey ben'im ve her şey benim içindir. bu kanıysa pek açık olarak saçma bir kanıdır. bilinemezci yönleri de bilgiyi yadsımakla eylemsel uygulamayı köksüz bırakmaktadır. uygulama, bilgisizliği değil, tam tersine bilgiyi gerektirir. insan eylemi etkili olabilmek için nesnel yasaların bilgisine dayanmak zorundadır. yararlılık, gerçeğin ölçütü olamaz. tam tersine, ancak nesnel gerçekliğin bilimsel bilgisidir ki insanlığa yararlıdır. insan, bilimsel bilgileri aracılığıyla pratik eylemde bulunur ve bu pratik eylemi sonunda amacına varabilir; amacına ulaşabilmesi, ancak nesnel gerçekliğin bilimsel bilgisiyle olanaklıdır. pragmatizm, dewey, f.s. schiler vb. tarafından izlenmiş, ırkçılığı ve faşizmi açıkça savunmaya kadar çeşitli biçimlere bürünmüştür.

SEZGİCİLİK

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ /DOGMATİZM TEMELİNDE /SEZGİCİLİK

Sezgicilik (Entüisyonizm), felsefi bir kavram olarak sezgiye akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan felsefe akımıdır. Henri Bergson akımın kurucusudur, bu nedenle kimi zaman felsefe tarihinde Bergsonculuk olarak adlandırılması da sözkonusudur.
Sezgiciliğe göre bilginin, özellikle de felsefe bilgisinin kaynağı ve temeli sezgidir. Burada önemli olan sezgi kavramının içeriğidir. Felsefi anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme ve dolaysız, aracısız birden bire kavranılma anlamında kullanılmaktadır. Buna göre, varlıkları bize oldukları gibi veren bilgi, sezgidir. Bergson'da bu kavram daha da özel bir anlamda gerçeği dolaysızca kavrama yetisi olarak belirtilmiş, algıların ve zihnin bir tür bireşiminden müteşekkil sayılmıştır. Bergson'da, kendi bilincine varmış içgüdüler sezgi olarak değerlendirilir ve bu kavram felsefenin merkezine oturtulur.

Matematik felsefesinde ve etikte sezgicilik
Felsefede hem matematik felsefesi hem de etikte kullanılan bir kavramdır.

Etikte sezgiye dayanarak etik önermelerinin doğrulanmasını, kabulunu veya reddedilmesini tanımlar. Buna göre sezgiye uyumlu etik önermesi kabul edilebilir, sezgiye dayanmayan veya sezgiyle uyumsuzluk gösteren etik önermesi kabul edilemezdir.
Eylemlerin doğru ya da yanlış oluşları, onlar üzerine düşünmeyle ulaşılacak bir sonuç değil, aksine doğrudan sezgiyle varılacak bir bilgidir. Sezgicilik dışında da belirli etik sorunlarına dair genel sezgilerin sorunun çözümüyle uyumlu olmasına çoğu etikçi dikkat etse de sezgicilikte, düşünme ve deneyimin ötesinde bilgiye ve dolayısıyla sonuca sadece sezgiyle varılması gerektiğinden, etik sorunlarının genel sezgiyle tamamen uyumlu bir şekilde çözülmesine önem verilir.

Matematikte ise sezgicilik kavramı Luitzen Egburtus Jan Brouwer isimli Hollandalı matematikçi tarafından ileri sürülmüştür. Matematik sezgicilik olarak adlandırılmaktadır. Bununla birlikte köken olarak Henri Poincaré ve Leopold Krönecker'de bulunabilir. Buna göre, matematiksel belitler (aksiyom) doğrudan doğruya sezgi yoluyla kavranabilirler. Matematiksel önsellikler sezgi yoluyla kavranırlar ve bu nedenlede bu durum, matematiğin üstünlüğünü gösterir.
Edebiyatta Sezgicilik
Bir maddeyi kavramak için iki göze ihtiyaç olduğunu savunan edebi görüş. Buna göre gözlerden biri maddenin görünen kısmını diğeri ise görünmeyen kısmını görmeli algılamalı eğer maddeye kalp gözüyle manevi bir bakışla bakılmazsa onu eksik kavramış sayılırız düşüncesini savunur.

Entüistyonist filozoflara göre, rasyonel bilgi nesnenin gerçek özünü veremez.Sezgiye önem veren düşünürler,rasyonel bilginin uygulama ve eylem için önem taşıdığını kabul eder. Fakat akla dayanan bilgi, onlara göre sezgisel bilginin tamlığından ve kesinliğinden yoksundur.
Bu anlayış ortaçağda büyük İslam Filozofu Gazalinin felsefesinde görülür ayrıca 19. y.y da Hegel rasyonalizmine tepki olarak Bergson’un felsefesinde ortaya çıkmıştır.

Gâzali (1058-1111):Gazali bilim ve felsefeye kuşku ile bakmış, bunların tutarsızlıklarla dolu olduğunu savunmuştur.

O’na göre insan bilgi yolunda duyulardan da akıldan da yararlanabilir fakat bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini veremez.Zira, gerçek ve kesin bilgi, sezgi yolu ile elde edilir. Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner.

Gâzali’ye göre insanda iki göz ya da iki akıl vardır. Birincisi fiziki göz yada akıldır. İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve bir takım bilgilere ulaşır. Bu göz bilim ve felsefeyi kuran akıl gözüdür (akıldır) insan için yeterli değildir.

İkincisi ise kalp gözüdür. Kalp gözü manevi olduğu için insan kalbin manevi sezgisiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar.Var olan her şey sezgi yoluyla aracısız ve bütün açıklığıyla aynadaki gibi görünür. İnsanın kalp gözünü gereği gibi kullanabilmesi için onu temizlemesi yani arzularının baskısından kurtulması gerekir. Kalp gözü açılan kimse bilim ve felsefe yoluyla kavrayamadıklarını da açık seçik kavrar.


Henri Bergson (1859-1941): O’na göre gerçeklik hayattır, süredir.Bunu sadece sezgi kavrayabilir. Her şey değişip geliştiği için gelecek geçmişin aynı olamaz.Bu nedenle var olmak olgunlaşmaktır.Gerçeklikteki bu yaratıcı evrimi yalnızca sezgi anlayabilir.

Bergson bu nedenle materyalizm ve rasyonalizme karşı çıkar. Bergson’a göre bilmenin birbirinden ayrı iki yolu vardır:
1-Bilimlerde geçerli olan analitik;Mekan kavramını temel alan bilme tarzıdır. Gerçekliğin statik olduğu düşünülür.Bilimler varlığı parçalara ayırarak(analiz) bölüm bölüm inceledikleri için varlığın özüne nüfuz edemez.

2-Varlığın özüne nüfuz eden sezgi;Zamanı süreyi temel alan bilme türüdür..Gerçekliğin bizzat kendisini bilme imkanı verir.Sezgi dile getirilemez ancak yaşanır.Bir nota başka bir nota içinde kaybolurken biz musikinin akışına kendimizi bırakırız. Böylece süre, zaman, gelişme dinamik olarak statik olan mekanın üstüne çıkmıştır.

Bergson’a göre;i nsanda zeka ve içgüdü olmak üzere iki yeti vardır. Zeka evreni tanımamız için değil ona egemen olmamız için yaratılmıştır. Bu nedenle sadece madde aleminde geçerlidir. Hareketli olanı durdurarak bölümlere ayırıp inceler. Pozitif bilimler zekanın ürünüdür. Oysa hareketli olan gerçeği tanımak için başka bir yetiye yani içgüdüye ihtiyaç vardır. İşte sezgi bu zeka ve içgüdünün bileşkesidir.

POZİTİVİZM-OLGUCULUK

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ/DOGMATİZM TEMELİNDE/POZİTİVİZM Pozitivizm, olguculuk iki felsefi düşünceye verilen addır. Her iki düşüncenin de teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır.
• daha eski olan pozitivism Auguste Comte'un 19. yy. da ortaya attığı düşüncedir.
• daha yeni olan mantıksal pozitivizm 1920'de Viyana Çevresi tarafından kurulmuştur.
Yapısal antrolopolojist Edmund Leach 1966 Henry Myers derslerinde pozitivizmi şu şekilde tanımlamıştır.
Pozitivizm ciddi bilimsel sorgunun, bir dış kaynaktan gelen nihai sebepleri aramayan ama direkt gözleme açık olan gerçekler arasındaki ilişkilerle sınırlı olmasını söyleyen görüştür.
Pozitivizm aynı zamanda hukuki pozitivizm adı verilen hukuk görüşünün de ismidir. Doğa yasalarına ters olarak hukuki sistemlerin evrimsel yollarla bağımsız olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Felsefede olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşü
• Genel çizgileriyle Olguculuk, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular.
• pozitivizm terimini ilk kullanan Saint Simon(Sen Simon)dur
• Bu felsefeyi geliştirip sistemleştiren temsilcisi August Comte(Ogüst Komt)
Comte, sebep ve sonuçları gözetlenmesi gerektiğini savunmuştur. Comte,"Tarihi Toplumsal Evre" anlayışını "Üç Hal Kanunu" ile açıklar.
Teolojik evre:fenomenlerin tanrısal ya da manevi nedenlerle açıklandığı evre insanların her şeyi din ile açıkladığı bu dönem ortaçağa kadar uzanır.
Metafizik evre:olayların oluşunun soyut kuvvetlerle açıklandığı dönem toplumsal olayların özgürlük eşitlik gibi soyut kavramlarla açıklanması 1789 a kadar sürmüştür.
Pozitif evre:bu evrede insan sadece gözlemlenebilir olana yönelir.yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantılar incelenir. Ona göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır.Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliğe geçiş aşamalarına benzetir.*comte“pozitivizm niçinlerle uğraşmaz ama nasılları iyi bilir” ilkesini koyar.
Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma'nın ve yeniçağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur.A.comte’nin asıl amacı,toplum olaylarını bilimsel yönetmelerle inceleyerek topluma yeni bir şekil,yeni bir yön vermektir. Bunun için sosyolojiyi bilim olarak kurmuştur. Sosyolojiye fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışmıştır. Bu bakımdan pozitivizm, deneyci felsefenin bir türüdür. Comte, fiziğin yöntemi ile olgular dünyasının doğru olarak bilmenin mümkün olduğuna inanır.Olguların bilgisi olayların özünü ve gerçek nedenini vermez.Ama olayları idare eden kanunları verir.Bu kanunlarla,gelecek hakkında öngörüde bulunuruz.
Olguculuğun çağımızdaki gelişimi yeni olguculuk genel adını taşır. Yeni olguculuk; mantıksal atomculuk, genel semantik, mantıksal pozitivizm akımlarında belirir. Bu akımlar genel olarak felsefe sorunlarını dil sorunlarına indirgerler.

19 Haziran 2010 Cumartesi

ANALİTİK FELSEFE

DOĞRU BİLGİNİN MÜMKÜN OLUP OLMADIĞI PROBLEMİ /DOGMATİZM TEMELİNDE /ANALİTİK FELSEFE

Analitik felsefe pozitivizmin 20. yüzyılda çağdaş bir görünüm almış şeklidir. Neo-pozitivizm ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu anlayışa göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir.

Bu yaklaşıma göre felsefe; varlık, değer ve tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen öğretiler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Bu felsefe anlayışına göre bilime dayanan bilgi doğru bilgidir. Bir bilginin doğru olup olmadığını anlamak için de bilginin analizi gerekir. Bu amaçla bilimin kullandığı önermelerin kuruluşu ve yapısı incelenir. Bu da dil analizidir.

Analitik felsefeye göre felsefede ortaya çıkan sorunlardan birisi bulanık mantıksal çıkarımlar; diğeri değişik anlamları olan sözcüklerin bir birine karıştırılmasıdır. Bu nedenlerden kaynaklanan sorunları çözmek için de bulanık mantıksal çıkarımlar yerine açık-seçik mantıksal çıkarımlar oluşturmak ve tek anlamlı sözcüklerden oluşan yapay bir dil sistemini kurmak gerekir.

Bu akımın başlıca temsilcileri; Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach’tır.

L. Witgenstein (1889-1951): Witgenstein, dili kullanmanın ve dili anlamanın, insanları sıradan şeylerden ayıran en önemli özellik olduğunu belirtir. Ona göre dil, dünyayı resmetmek suretiyle temsil eder. Bu yüzden önermeler, olguların tasvirleri ve olguların resimleridir. Öte yandan önermeler düşüncelerin dile gelmeleridir.

Filozof daha sonra bu dil anlayışını değiştirerek başka bir dil görüşü geliştirmiştir. Bu yeni dil anlayışı ile dile doğal bir insan fenomeni, toplumsal bir fenomen (birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığı ile işleyebilen bir fenomen) olarak yaklaşmıştır. Ona göre felsefe, sayılıp dökülecek bir öğreti bütünü değil bir faaliyettir. Filozofa düşen felsefik kuramlar geliştirmek değil, dilin nasıl kullanıldığını göstermektir.

Analitik felsefe dil analizi eleştirisi yoluyla felsefi problemleri doğrularken onları “anlamsız” ve “anlamlı” olarak bir ayırıma tutar.

Metafiziğin konusuna giren problemler, anlamsız ve sözde problemlerdir. Tek tek bilimlerin çözebileceği problemler de ilgili bilim dallarını ilgilendirir. Bu durumda felsefeye sadece mantık ve bilgi kuramı kalır.Böylece felsefe araştırmaları sınırlandırılmış olur.

Felsefede mantıksal dil çözümlemeleriyle doğrulanabilen önermeler anlamlı olarak kabul edilir. Böylece felsefenin konusu gerçek ya da düşünsel nesneler olmaktan çıkar, bilimsel önermelere ve kavramlara indirgenmiş olur.

Frege: Wismar'da doğdu. 1869'da Jena Üniversitesi'nde öğrenime başladı ve iki yıl sonra, 1873'te Felsefe Doktoru unvanını aldığı Göttingen'e taşındı. İki yıl sonra Jena'ya döndü ve matematik dersleri vermeye başladı. Matematik alanında 1879'da doçent ve 1896'da profesör oldu. 1925'de Bad Kleinen'de öldü.

Aristo'dan sonraki zamanların en büyük mantıkçısı kabul edilir. 1879'da yayınladığı, devrim niteliğindeki Begriffsschrift veya Kavram Yazısı, Aristo'dan beri nüfuzunda bir değişiklik olmayan eski Terim Mantığı'nın yerini alarak mantığın tarihinde yeni bir dönemi haber veriyordu. Begriffsschrift bugün matematiğin her alanında kullanılan nicelikleme gibi, Orta Çağ'ın Çoklu Genelleme Problemi'ne çözüm getiren kavramlar ve fonksiyon ve değişkenlerin açık bir şekilde konumlandırılması gibi özellikleriyle temelleri sarstı.

Frege, Önermeler Mantığı ve kendi icadı Yüklem Mantığı'nın aksiyomatikleştirilmesini oluşturan kişidir. Bertrand Russell'ın Tarifler Teorisi ve Russell ile Alfred North Whitehead'in Principia Mathematica 'sı için son derece temel bir kavram olan nicelikleme de yine Frege'ye aittir. Çalışmaları kendi döneminde geniş ölçüde tanınmamış ve fikirleri, özellikle Giuseppe Peano ve Russell gibi, etkilediği insanlar aracılığıyla yayılmıştır. Ludwig Wittgenstein ve Edmund Husserl da felsefî açıdan etkilediği kaydadeğer insanlardır.

Frege, en temelinde önerme'nin fonksiyon-argüman analizi, özel isimlerin anlam ve gönderim tefriki, kavram ve nesne tefriki ve bağlam prensibinin geliştirilmesi bulunan, Lisan Felsefesi'ne yaptığı derin sistematik katkılarla Analitik Felsefe'nin kurucularından sayılır. Edmund Husserl ve Max Schröder gibi zamanının önde gelen bir çok mantıkçı ve felsefecisiyle yazışmıştır.

Frege, mantıkçılığın -- matematiğin mantığa indirgenebileceği düşüncesinin önde gelen ilk savunucusudur. Grundgesetze der Arithmetik isimli çalışmasında, aritmetiğin kanunlarını mantıktan çıkarmaya tevessül eder. (Masraflarını kendi karşıladığı) ilk cildi yayınladığında, Russell, ismiyle anılan paradoksu keşfetmiş ve Grundgesetzenin aksiyomlarının bu çelişkiye yol açtığını ifade etmiştir. Frege, bu paradoksun varlığını kabul edip, kitabın ikinci cildinin ek kısmında bu soruna yol açtığını düşündüğü aksiyomu belirtmişse de, aksiyomlarında tatmin edici bir değişikliğe gidememiştir. Russell ve John Von Neumann'ın sonraki çalışmalarında, bu problemin nasıl çözümleneceği yer almıştır.

Buna ve Russell'ın Frege'ye olan övgüsündeki cömertliğe karşın, yaşamı boyunca üne kavuşmamış ve --Tractatus ve Felsefî Soruşturmalar'da fikirleri Frege'nin mantık ve dil alanındaki kavramları etrafında dönen-- Ludwig Wittgenstein üzerindeki etkisi olmasa, bir filozof olarak değerinin hiç bir zaman anlaşılmayabileceği düşünülmüştür.

Frege üzerindeki önemli otoriteler arasında Michael Dummett, Günther Patzig, Hans Sluga, Terence Parsons ve Vincent Riolo sayılabilir.

BU YANGIN YERİNDE

Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek

Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak

Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak

Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek

Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak

Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
"Aldırma" diyor gülerek

"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"

ATAOL BEHRAMOĞLU

BEN ŞİMDİ BİRAZ

Ben şimdi biraz da
Senin için görüyorum;
Gökyüzünün parlak,
Bakış seken mavisini.
...Ben şimdi biraz da
Senin için duyuyorum;
Gecenin o sarsak,
Yokuş çıkan ezgisini.
Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak

METİN ALTIOK

İNSANIN VARLIKLA OLAN İLK VE TEMEL TEMASI DUYULAR YOLUYLA OLUR

'impression' (izlenim) kavramı ;
felsefede ilk defa D. Hume ile önem kazanmıştır diyebiliriz . D. Hume 'dan beri bu kavram zaman zaman ön plana çıkar. Hume , impression kavramını , bilgimizin en temel ve en original ( özgün ) bir taşıyıcısı olarak anlar. varlıkla olan ilgimizi sağlayan impresion' dur. o , öyle temel bir akt'tır ki, bütün ruhsal yaşam onun tarafından meydana getirilir. .
'impression' deyince biz , görürken, işitirken ve bir şeye dokunurken , bir şeyi severken , birinden nefret ederken , bir şeyi arzular ve isterken sahip olduğumuz canlı tasavvurları anlıyoruz. bununla beraber (impression) (izlenim) , tasavvurlardan tamamı ile başkadır ; bu başkalık izlenimin daha ilksel ve ruhsal yaşam için daha temel olmasından ileri gelir. bu impresyonlar(izlenim) , tasavvurlardan, idealardan, yani herhangi bir algıyı veya ruhsal durumu hatırladığımız zaman bilince çıkan bu daha az canlı tasavvurlardan ayrılırlar. izlenimler orjinal, idea'lar ise , bunların birer kopyasıdır.
hume , bütün bilinç yaşamını iki tabaka halinde düşünüyor: impresyonlar dediği daha alt tabaka : bütün ruhsal halleri özellikle de yüksek ruhsal halleri içine alan üst tabaka . alt tabaka , impression'lar , en temel ve özgün bir tabaka olup , bütün üst tabakayı üzerinde taşır.
impression yalnız dış duyu verisi değil , aynı zamanda iç duyu içeriği anlamına da gelmektedir. kısacası , düşünmemizin bütün maddesi bu dış ve iç uyumdan meydana gelir.ruha ve iradeye sadece bunları birleştirmek düşer.
bilinç içeriği, dış duyum kadar iç duyuma da dayanır. dış dünya hakkındaki bilgimizin temelinde impression bulunduğu gibi , ruhsal dünyamız hakkındaki bilgimizin temelinde de yine aynı impression bulunur.
bildiğimiz, tanıdığımız, kısaca bilgi objesi yapabildiğimiz ' şeyler' dünyası , ancak impression'lar halinde ifade bulabilir.
Hume felsefesi, psikologist bir bilgi anlaşını temellendiriyor; ve böyle bir bilgi anlayışı ile hume, yeni bir felsefe görüşüne klavuzluk etmiş oluyor. bu felsefe görüşü , yerine göre fenomenalizm, pozitivizm ya da impressionizm 'dir

kaynak /ismail tunalı
felsefenin ışığında modern resim

16 Haziran 2010 Çarşamba

AŞKLAR İÇİNDE

Denizin en az yeri bir köpüğü başlatıyor
Yürüyorum kumların çakılların yanı sıra
Yüreğimde bir sancı keskin bir akasya kokusundan
Avuçlarımda bir yanma
Büyüyen bir ürpertiyim sanki, kayıp gidiyorum üstünde sabahın
Oldu olacak
Eğilip bir taş alıyorum yerden, fırlatıyorum denize
Ufacık bir gülüş geçiyor suyun üzerinden
Bir çocuğun gülüşü gibi
Aşkların, nice aşkların ayrılık günü gibi
Bir sokağın ucunda kaybolup solan
Daha çok solan, aşkların solgunluğu suyun üzerinde
Korularda yoğun bir erguvan sisi.

Hisarlı balıkçı ağlarını ayıklıyor
Ağları pembeden hüzne giden
Dip sularında mercanlar gibi koyulaşan
Kirpiksiz gözleri böyle daha güzel
Çil basmış yüzünü bütün
Parmakları capcanlı, pavuryalar gibi
Merhaba, desem bir kucak balık atacak önüme
Biliyorum atacak
Böyledir memleketimin yoksul halkı
Bir onlarda rastladım bu cömertliğe
İstavritler kıpır kıpır dibinde sandalının
Balık dedin mi, oynamaz gözleri hiçbirinin, tertemiz bir resim gibi
bakarlar insana
Günlerce bakarlar, bıraksan yıllarca bakarlar belki
Gözlerin gibi senin, yıllardır unutamadığım
Ve bu yüzden olacak düşünmedim şimdiye kadar bir balığın ölebileceğini.

Hızar sesleri geliyor yakından, güneşin döndüğünü görüyorum
Çınar yapraklarının arasında yeşil yeşil
Yeşille sarı birlikte dönüyor
Denize düşüyorlar kırıla kırıla
Bir örtü oluyor düşündüğüm her şey denizin ve asfalt yolun üstünde
Gözyaşları bir örtü, onurla cesaret bir örtü
Senin upuzun gövden -kapkara saçlarınla-
Daha da uzun şimdi bir örtü olarak
Denizin kıvrımlarında aşka hazırlanıyor
Göğe düğmeler gibi yapışmış kirazların altında
Yıllar var ki unuttuğumu sanırdım bu örtüyü ben
Sevgiyi bilmezdin de ondan, sevişmeyi bilirdin yalnızca
Birtakım sözler de bilirdin, niye saklamalı, en ustalıklı sözlerdi onlar

Ama bak
Kaybolup giderdi her biri, karşılaştılar mı bir yerde şiirle
Aslına bakarsan en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz
Hatırlıyorum da öyle.

Tepelerde otlar yakmışlar, kuzular dolaşıyor dumanların arasında
Bir kızla oğlan geçiyor, birbirilerine iyice sarılmışlar
Kızın ağzında ince bir dal parçası
Dalın ucunda bir tomurcuk, ağzıyla dudaklarıyla beslemiş sanki onu
Öylesine bilmek istiyorum ki ne konuştuklarını, ama duymaktan
korkuyorum gene de
Söyle, en son nerde görmüştüm seni
Böyle dumanlar vardı gözlerinde, boynunda bir de
Şimdi gene var
Bileklerinde, bileklerinin renginde
Dudaklarında, dudaklarının
Gözlerinin dolar gibi olması renginde ve
Yorgunsan bir kıyı kahvesinde dinlenirkenki
Üşüdüğün, başını omzuma koyduğun, sonra elele
Bir aşkı yaşamak, bir aşkın bilinmesinden bambaşka değil miydi
Ve bu ikisini ayıran duman, yani bir aşkı bizim yapan
Bu dumanların hepsi gibi varsın şimdi de
Acele etme yoksun belki
Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek.

Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar
İşçiler beton döküyor, demir eğiyor, zift kaynatıyor
Vakit öğleyi geçti çoktan, yemeklerini yemiş olmalılar
Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini
İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz
Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka
Coşkuyla çakacaklar her çiviyi, türkülerle dökecekler betonu
Ve onlar
Onlar, diyorum sadece
Bir yolculukta karşılıklı konuşan adamların
Parmak uçlarındaki sigaralar gibi şaşkın
Bilmeden ne yapacaklarını
Anlayacaklar ne kadar güçsüz
Ne kadar zavallı olduklarını
Vakit öğleyi geçti çoktan.

Bir tanker geçiyor şimdi de tam akıntının ortasından
Baştanbaşa gül rengi
Kimseler görünmüyor içinde
Neden görünmüyor, bilmiyorum
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına, fabrikalara petrol taşıyor
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de
Yılların, yüzyılların
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için
Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından
Utancı bilerek yaşamak korkunç
Daha korkuncu da var:utancı bilerekten yaşatmak
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.

Pembeye dönük bir aydınlık, yağıyor usul usul
Bir poyraz çıktı hafiften, kuzeye çevrildi teknelerin burnu
Ve güneş kaydıkça kayıyor batıya doğru, birazdan kan kırmızı bir gök
buğulanacak
Birazdan kan kırmızı bir akşam yağmuru da dökülebilir
Neler olabilir birazdan
Bir uçak geçiyor yaldızdan bir iz bırakarak
İçindeki mutlu yüzleri düşünüyorum
Bir hüzün basıyor gene, ne kadar istemesem de
Çabuk geçiyor
Nerede okumuştum, hatırlamıyorum şimdi, biri mi anlatmıştı yoksa
Mahpusunu kıskanan bir gardiyanı
Ve düşün sevgilim, mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün
Ne kadar acı bunlar
Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak sevgilim
Bütün heybetiyle akşam olacak
Sevgilim, diyorum, oysa kimsecikler yok yanımda
Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi
Bildiğim bir şey varsa
O kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi
Unutup birden zamanı ve yeri
Onunla bir günü kutluyorum coşarak
Onunla bir günü kutluyoruz sanki.

EDİP CANSEVER

İNSAN Kİ HASRETİ KADAR

Aşksa:
Sağır da olsa dile döner seslenir...
Düşse:
Eni sonu suya düşer ıslanır...

Aşktan öte başka hangi tohum yeşerir
Hangi dal sügün verir ezildiği yerinden?

(...Dolunaydı...Dağlaın bulutlandığı,
toprağın yoncalandığı aydı...Öpsem,
yaralanır sandığım
çiçekler kadar körpeydi bahar...
Bir yanım sazınca külhan,
yağız,civan,atmaca;
bir yanım nazınca uslu,
suskun,ıssız,utangaç,
savrulup savrulup sokaklara
söylediğim şarkılar
süsüydü ömrümüzün,
yitince bulunmaz zenginliğimiz...
Ne güzel günlerdi ah
ne güzeldin gençliğim;
gönlümü tarih düşüp
ömrümce yol gözledim,
yazık ki sen beklemedin...)

İki derde yenik düştüm ne çare:
biri aşk
biri düşten düşe sızım sızım yüreğim...

Taşa çaldım derdimi,
taş çatladı kıvrım kıvrım kök verdim;
güle sardım kendimi,
gül kurudu derdim azdı yürüdü...

İnsan ki hasreti kadar:
belki bin sevda bin ayrılık
fakat
bir aşk bir intihar
bir ömre ancak sığar.

Nihat BEHRAM

NEVROTİK KISIR DÖNGÜ

insan günlük yaşamında sık sık zorlanmalarla karşılaşır. ortalama insan bunlarla baş edebilmek için etkin yöntemler geliştirmeye çalışır. .geliştirdiği yöntem uygun değilse başka yolları dener ve çoğu kez başarır da . başaramadığı durumlarda ise yenilgisiyle yüzleşecek yürekliliği gösterdiğinden bundan ders alabilir ve yitirdiklerine karşılık bazı şeyler de kazanabilir . çünkü çoğu kez deneyim dediğimiz şey geçmişte yaptığımız yanlışlardır. oysa nevrotik kısırdöngüye kapılmış kişi , zorlanma durumlarını yenmek iiçin çaba göstereceği yerde onlardan kaçınmaya çalışır. bu davranışlarının çıkarlarına ters düştüğünü ve katılığının falklı çözüm yollarını görebilmesini engellediğini görmezden gelir. mantıkdışı ve uyumsuz nitelikteki davranışlarının farkındadır, ama bunları sürekli zihninden uzak tutmaya çalışır. nevrotik kişi , mutsuz, kaygılı çevresiyle ilişkilerinde etkisiz ve suçluluk duyguları içinde yaşayan biridir. ancak davranışlarının uyumsuz niteliklerine karşın dünyayı algılayışında ciddi sapmalar kişiliğinde önemli ölçüde bir bozulma yoktur. tehlikeye karşı aşırı duyarlıdır.
tehlikeninin sürekli varlığı ve algılamanın daralması kişinin tüm dikkatini kendi üzerine toplamasına neden olur. nevrotik insan sürekli olarak kendi duyguları, kendi umutları ve kendi sorunlarıyla ilgilidir.
nevrotik kişi acelecidir, bir zorlanmanın ilk belirtilerini fark ettiğinde durumun gerekten tehlikeli olup olmadğını sınamaksızın kaçınma tepkisi verir.
nevrotik kişinin bir diğer ilginç özelliği , aynı hataları art arda yineleme eğilimidir.
nevrotik kişinin benzer yanılgıları sürekli yinelemesinin gerisinde , kendi sorumlululuğunu görmezden gelmesinin yanı sıra , bilinmeyenin korkusu da bulunur.bir pervanenin ışığa yaklaşıp sonunda aşırı ısıdan ölmesi onu izleyen insana nasıl mantıkdışı görünürse , nevrotik kişinin kendisi için zararlı davranışlarını art arda ynilemesi de o derece şaşırtıcıdır.
nevrotik kişi daha kolay bir çözümü göremediği için bunun ötesinde bir çare arar. tepkilerini ve yorumlarını genelleştirme eğilimindedir. tek bir kişiden duyduğu ve doğruluğu kanıtlanmamış bir olayı , çevresine 'herkes' öyle söylüyor şeklinde aktarır. olayları 'siyah' ya da 'beyaz' biçiminde algılar. yaşadığı durumlardan kendisini ya tümden reddedilmiş ya da kayıtsız şartsız kabul edilmiş olarak yorumlar.
nevrotik kişi davranışlarından kendini sorumlu tutmaz. çevresindeki olayların kendi istemi dışında oluştuuğuna ve onlara yön verebilmenin kendi elinde olmadığına inanmıştır
nevrotik döngünün yukarıda sayılan ortak belirtilerinin tümü birden aynı insanda blunmaz. davranışları nevrotik ögelerden tümüyle arınmış çağdaş bir insan da düşünülemez. önemli olan , insanın ne oranda bir nevrotik kısırdöngü içinde tutsak kalmış olduğudur.
engin gençtan /insan olmak

12 Haziran 2010 Cumartesi

BİLGİ VE DOĞRU KAVRAMLARI İLE İKTİDAR VE ÜSTÜNLÜK KURMA ARASINDAKİ İLİŞKİ

foucault, akıl, özgürleşme ve ilerlemeyi birbiriyle özdeş kılan aydınlanmacı yaklaşımı kökten yadsımış; bilgi ile iktidarın yeni biçimleri arasındaki ilişkilere dikkat çekerek , aydınlanmacı gelişmenin yeni tür baskılara yol açtığını ileri sürmüştür.

foucault'a göre, tartışmasız bir gerçeklik olarak sunulan modern bilgi formları (bilim) , rasyonalite, toplumsal kurumlar, büyük dönüşüm ya da aydınlanma çağında iktidar ya da baskı kurma araçları olarak işlev görmüşlerdir.

1986 yılında vefat eden foucault, özellikle 70'li ve 80'li yıllarda yayımladığı yapıtlarla felsefe dünyasında büyük yankılara yol açmıştır. foucault için herşey, örneğin rasyonellik, bilgi, doğruluk tarihseldir, sosyokültürel gelişme tarafından belirlenmektedirler. bilgi, kuram ya da doğruluk içinde yaşanılan tarihsel koşullara görelidir.yani o koşullar tarafından belirlenmektedir. foucault, geleneksel felsefe anlayışının en temel öncülünü, akıl yürütmenin zaman ve uzay boyutlarını aşan standartları olması gerektiğini sorgulamakta , sorgulamakla kalmayıp yadsımaktadır.

foucault'a göre klasik çağda insan aklı her şeyi bir kaos ve düzensizlik içinde bulmuştur ve toplumsal evren, akıl tarafından , akla uygun bir biçimde düzenlenmeye başlamıştır. bir başka deyişle , her türlü insan deneyimi sistematik bir bilgi ya da söylem aracılığıyla düzenlemeye tabi tutulmaktadır. bu bilgi ve söylem inşası , dil üzerinden gerçekleşmiş yani dil üzerinde bilgi üretilerek topluma düzen vermek egemen mod konumuna gelmiştir.

foucault modernitenin temeli olan rasyonellik ilkesinin, indirgemeci ve baskıcı olduğunu ileri sürmektedir. ona göre bilgi ve doğru kavramları iktidarın ve üstünlük kurmanın 'olmazsa olmaz' parçalarıdır.

gençay şaylan /postmodernizm

SANAT EVRENİNDE MODERNİZMİN DÖRT ÖZELLİĞİ

sanat evreninde modernizmin belli başlı dört özellik üzerinde oturduğu söylenebilmektedir.
birinci olarak üzerinde durulması gereken nokta özgürlük ve özgünlük olarak tanımlanabilmektedir. bu özgürlük ve özgünlük , sanatsal ifadenin her yönünü (biçim, içerik ya da form gibi ) kapsayacaktır. sanatçı-birey farklı olmak ve farklılığını toplumsallaştırmak gereksinmesi ile karşı karşıya kalmaktadır.
ikinci olarak yansıma ve misyon olarak tanımlanabilmektedir. sanatçı yaratıcılığını ortaya koyabilmesi için mutlaka özgür ve özgün olacaktır ama aynı zamanda algılayıp yorumladığı bir konusu da olacaktır. yani içinde bulunduğu koşullar oltında konusunu seçip , ürününde yansıtacaktır. konunun sanatçı tarafından yorumu onun misyonu olarak değerlendirilmektedir. bir başka deyişle mesaj sözkonusu olmaktadır.
üçüncü olarak modern sanatın , kısaca , kültürün ve sanat ürünlerinin metalaşması olarak tanımlanabilmektedir. bu kaçınılmaz bir gelişmedir. sanatçı, artık ürünlerini pazara çıkarmakta ve sanatını yeniden üretebilmek için diğer sanatçılarla pazarda yarışmak zorunda kalmaktadır.
modern sanat anlayışının dördüncü özelliği ya da öncülü seçkinci olması sayılabilir. modern sanat anlayışında , sanat her ya da ortalama insanda bulunmayan bir yaratıcılık yeteneğinin yansıması olarak düşünülmektedir. eğer gerçeklik ya da bir başka deyişle konu alanı giderek karmaşıklaşıyorsa (toplumun gelişmesi gibi ) sanatçının yorumu da giderek karmaşıklaşabilecek ve anlatım soyutlaşabilcektir. bu durumda , sanatsal ürün ile karşı karşıya kalan seyirci, dinleyic, ya da okuyucunun yorumsal mesajı kavrayabilmesi için konunun karmaşası hakkında bir ön bilgi ya da fikir sahibi olması gerekecektir. bu ise , kaçınılmaz olarak bir seçkinciliğin gündeme gelmesi demektir.

GENCAY ŞAYLAN /POSTMODERNİZM

11 Haziran 2010 Cuma

Tehlikeli Oyunlar

"Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor..." Oğuz Atay /

KAVRAM NEDİR

Kavram, kavranılmış şey demektir; ve kavramlar düşüncelerin ögeleridir. Fakat kavramlar sözcüklerden farklıdırlar. Sözcüklerin kendileri kavram değildir; ve sözcükler, harflerden oluşurlar. Halbuki kavramlar, harflerden oluşmaz. Çeşitli sözcükler, bir ve aynı kavramı if...ade edebilirler; bir ve aynı sözcük türlü kavramların anlamlarını taşıyabilir; ve kavramlar belli sözcüklerin anlamını taşırlar. Fakat kavramların sözcüklerin anlamlarına gelmeleri, kavramlar için dışla ilgili ve raslantısaldır. Kavramlar, varlık yapıları bakımından sözcüklerin anlamları değildir; hatta insan düşünmesinde kavramlar, zorunlu olarak sözcüklere bağlı değildirler. Çok kez insanın düşündüğü bir kavram (yani kavranılmış bir şeyi) vardır; fakat bu konuda henüz bir sözcüğü yoktur. Mantık belli kavramları (yani kavranılmış olan şeyleri) adlandırmak için, belli sözcükler kullanmak zorundadır. Fakat bu sözcükler öyle olmalıdır ki, onların normal anlamları ile ilgili oldukları kavramlar arasında bir uygunluk bulunsun. Mantığın görevi, ne sözcükleri, ne de sözcükler arasındaki bağlantıyı araştırmaktır. Mantık için sözcükler dayanak noktalarıdır. Mantık, belli kavramlara varmak için sözcüklerden kalkar. Fakat mantık, sözcüklerin özelliğinden söz etmez. Mantığı yalnız kavranılmış olan, yani kavramlar ilgilendirir.

SANATTA MEVCUT NESNE

Sanatçı ister doğadaki bir martıyı kendisine nesne yapsın, isterse olanaksız olandan örneği,-örneğin insanın bir böcek olmasından -söz etmiş olsun , her defasından bunlarla insanın dünyası arasında anlamlı bir ilişki kurmayı ve bunlar yoluyla bir yaşantı olanağına işare...t etmeyi amaçlamaktadır. O bir martıyı anlatırken insanın özgürlüğe ilişkin yaşantı olanaklarını , insanın bir böceğe dönüşmesini anlatırken ise , insanın yabancılaşmasının yaşantısal boyutlarını sergilemeyi amaçlayabilmektedir. Örneğin Richard Bach'ın Martı ve Franz Kafka'nın Değişim adlı yapıtlarında olduğu gibi .

DENEYİM

[ İng. experience, Fr. expérience, Alm. erfahrung, Yun. empeiria , Lat. experimentum; es. t. tecrübe] Duyu organları aracılığıyla dışarıdan, duygular yoluyla içeriden elde edilen bilgilere deneyim denir. Yetişkin bir kimse, hem başkalarının vardığı sonuçlarla ikinci... elden hem de kendi yaşadıklarından edindiği birikimle birinci elden deneyim kazanır. Belli bir zaman da edinilmiş tek bir izlenim deneyim sayılmaz; deneyimin geçmişte yaşanmış ancak hâlâ ilgili kimsenin belleğinde canlı kalmış bir dizi olay olması ve bunların gerçek bir durumla ilişkili olması beklenir. Deneyim, genellikle içsel ve dışsal olmak üzere iki kümede toplanarak ele alınır. İçsel deneyim, söz konusu kimsenin kendi zihinsel olaylarıyla ilgilidir; dışsal deneyim ise o kimsenin bilincinden ayrı düşünülür. Ancak, bu ayrım çoğunlukla kafa karıştırıcıdır. Çünkü estetik deneyimler gibi kimi deneyimler aynı anda iki kümenin de içine düşebilir. Gündelik yaşamda bir kimsenin bir nesneyi görmesi/deneyimlemesi o nesnenin gerçekte varolduğunu varsayarken, felsefede deneyim yalnızca bir olay ile bir kişi arasındaki ilişkiyi gösterir. Felsefe tarihinde deneyim çoğunlukla güvenilir bir bilgi kaynağı sayılmamıştır. Sözgelimi, Platon, algılarımızın güvenilmezliğinden hareket ederek deneyimlerimizin bizleri yanıltabileceğini vurgulamıştır. Öte yandan çağdaş felsefe akımları ondan “doğrudan” gerçekçiliğe bağlı düşünürler, “nesneler tam olarak bize göründükleri gibidir” düşüncesini savunduklarından deneyim bilgisine güvenirler. Deneyciler, deneyimi bütünüyle zihinsel diye nitelerlerken renk, koku, tat, ses gibi ikincil nitelikler söz konusu olduğunda bireysel yorumun başladığını vurgularlar. Usçular ise gelişkin deneyimin, karşımızda duran şeylerin yorumlanmasından çok, apriori olarak doğuştan geldiğini savunurlar; onlara göre deneyim ancak mantık aracılığıyla anlaşılabilir. Günümüz felsefelerinin biçimlenmesinde önemli bir yeri olan Immanuel Kant ise deneyimi, fizik dünyada varolanlar ile us ürünü ilkelerin bireşimi olarak tanımlayarak orta bir yol çizmiştir.

BİLGİ VE GÜÇ

Bilgi kavramının, toplumsal tarih içindeki yeri ve belli başlı özellikleri şunlardır, herşeyden önce bilginin, güç olarak sembolize edilerek görülmesi, Sümerliler’ e kadar gider. Orada yapılanlar ; bilgiye verilen önemi çok net bir şekilde göstermektedir. Savaş zamanlarında, ilk olarak bilgi taşıyan yazılı tabletlerin ...saklanması bilgiye gösterilen önemin bir işaretidir. Bir başka örnek ise, kiliselerin bilgiyi elinde tutması, halkla paylaşmaması, dolayısıyla onları bilgisiz bırakarak yönetilmelerinin daha da kolaylaşmasının sağlanması idi.Ortaçağ Avrupası’nda, üniversite öğretim üyelerinin hemen hemen hepsi rahiplerden oluşuyordu. 12. yüzyılda gelişen üniversite kurumu, kilisenin içinden çıkmıştı

BİLGİ NEDİR

İnsan, içinde yaşadığı evrende, çevresindeki nesneleri, yaşanan olayları ve durumları, duyu verilerini, hayal gücünü ve düşünme yeteneğini kullanarak anlamaya çalışır. Bilgi, insanın çevresiyle kurduğu ilişkinin sonucudur. Özne (Sübje) ile nesne (obje) arasındaki ilişkiden, doğrudan duyu verileri ve yaşam ...deneyimleri aracılığıyla çıkarılan sonuçlar gündelik bilgiyi oluşturur. Özne (sübje), anlayan, yorumlayan, kavrayan insan bilincidir. Nesne (obje), insanın kendi dışında yer alan her şeydir.
Bilgi, yalnızca objelerin algılanması ile oluşmaz. Hayal kurma, tasarlama, anımsama ve düşünme de bilgiyi oluşturan unsurlardır. Örneğin, bilgisayarı rengi ve biçimiyle algılamak da bir bilgidir. Pisagor teoremini düşünmek, üniversite kazanmayı hayal etmek, dünkü maçta atılan golü anımsamak da bir bilgidir.

meçhul öğrenci anıtı

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
...
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ...ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
ECE AYHAN

sibernetik

üç kere üç dokuz eder
bilirsin
birin karesi birdir
kare kökü de
...bilirsin
"mutlu aşk yoktur"
bilirsin

ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur

TURGUT UYAR

Analar

Analar bu çocukları nasıl güldürüyorsunuz
Nasıl yaz gökleri gibi böyle
Durgun sular iyi çağlar gibi
...Kulaklarına neler fısıldıyorsunuz
Ne öğütler veriyorsunuz
Analar bu çocukları nasıl güldürüyorsunuz

Bir çocuk koşuyor ardından çocuklar koşuyor biri daha koşuyor
Sarı at kuyruğu saçlar kırmızı kurdeleler benekli morlar
Bu etekleri nasıl biçiyorsunuz analar
Bu gömlekleri nasıl dikiyorsunuz
Analar bu çocukları nasıl giydiyorsunuz

Nasıl büyütüyorsunuz nasıl şaşıyorum şaşıyorum
O eti o sütü nerden buluyorsunuz
Memelerinizi gür tutuyorsunuz
Bir top şıçrıyor ardından bir çocuk bir çocuk daha
Gücümüze güçler katıyorsunuz
Analar utandırıyorsunuz
Çağı utandırıyorsunuz
Çağdaşı utandırıyorsunuz

Arif Damar

kesin değildir kesin olan

Yaşadığın sürece asla deme hiçbir zaman .
Kesin
değildir kesin olan.
Bu işler böyle sürüp gitmeyecek....

...

ve
Sona ermeden gün,
gerçekleşir asla dediğin.

Brect/Diyalektiğe Övgü

krallar mı taşıdı koca koca taşları

Kim yaptı, yedi kapısını Thebai kentinin?
Kralların
adlarını veriyor tarih kitapları .
Krallar mı taşıdı koca koca
taşları?
Brecht

Bilgisayarı kim içat etti

Bilgisayarın atası olarak kabul edilen icat, abaküstür. Abaküs, Çinliler tarafından 1800’lü yıllarda bulundu. Bu icadı araştıran filozof Hebiniz Pascal toplama-çıkarma yapan aritmetre adlı bir makine icat etti. Bu aletin içine daha sonra çarpma ve bölme işlemleri eklen...di. 1830 yılında Charles Booboge önce fark makinasını icat etti. Bu makine buharla otomatik olarak çalışıyordu ve diğer bilgisayardan farklı fonksiyonları vardı; ayrıca işlem birimi, depolama birimi ve giriş çıkış üniteleri de bulunuyordu. 1850 yılında Charles Boole sadece 0 ve 1 sayılarının kullanıldığı ikilik sayı sistemini buldu. 1946 yılında Mark 1 adında gelişmiş bir bilgisayar yapıldı ve bilgisayar Amerika’daki nüfus sayımında kullanıldı. Elektronik teknolojisindeki gelişmelerle 1975 yılında 8800 isimli bir bilgisayar devresi ortaya çıktı. 1977 yılında piyasaya sürülen bilgisayarlarda ise monitör ve klavye yerini aldı /