İnsan yansıtılan dünya içerisinde kendine özgü dünyasını yaratıp o dünyayı kendine özgü kılmakla gerçek benliğine kavuşur
31 Ekim 2010 Pazar
derrida
Foucault’nun teorileriyle paralellik arzeden bir biçimde merkezsizleştirme nosyonu üzerinde durarak dilin ve Batı felsefesinin yapısını bozmuştur. Metinleri birer bilgi aktarım nesnesi olarak gören post-yapısalcı yaklaşımın önemli temsilcilerinden olan Derrida “there is nothing outside the text” ( metnin dışında hiçbir şey yoktur) diyerek metinlerde “gerçek”le ilişkisi bulunan bir gösteren olmadığını, dolayısıyla tez-antitez-sentez kuramının, yani çelişkilere dayanan ve zıtlıkların birliği diye tabir edebileceğimiz, karşıtlıklardan ortaya çıkabilecek bir şey olan göstergenin varolması için “gereken” bir gösterilenin de olamayacağını öne sürer. Her göstergenin aynı zamanda bir gösteren olduğunu açığa çıkaran Derrida böylece anlamın sonsuz alternatifler yumağı şeklinde varolabileceğini ve dolayısıyla da gerçeğin sonsuz biçimlerde karşımıza çıkabileceğini ortaya koyar. “Metnin dışında hiçbir şey yoktur” demekle Derrida’nın kastettiği şudur: Yıllardır arkasında koştuğumuz bütün söylemler, ki bunlara büyük anlatılar diyoruz, birer metin şeklinde konulmuştur önümüze. Bu metinleri anlamlı kılan onların birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirlerinden farklarıdır. Her metnin aynı zamanda hem bir gösterilen (signified) hem de bir gösteren (signifier) olduğunu öne süren Derrida, anlam, gerçek ve tarih kavramlarını işte bu post-yapısalcı perspektifle ele alır. Derrida’nın dilin işleyiş biçimi ve mutlak anlamın imkansızlığı hakkındaki teorileri sayesinde aklın ve tarihin sorgulanmasına Nietzsche’den sonra en önemli katkıyı koyan Foucault’nun Nietzsche’nin “bilgi perspektiftir” sözünden hareketle yarattığı “ratlantısal tarih ürünü merkezsiz iktidar” kavramını daha iyi anlarız. Gerek bireylerin, gerek kitlenin, gerekse iktidarın merkezsizleştiği bir dönemde “metnin dışında hiçbir şey yoktur” sözünün önemi Derrida’nın bu sözle yazarın iktidarını yazardan alıp metne vererek “her metin kendi kendisinden sorumludur” düşüncesine zemin hazırlamış olmasından ve metinden çıkabilecek olası anlamları çoğaltarak okuyucunun okuma eylemi esnasındaki etkinliğini arttırmış olmasından ileri gelir. Tıpkı Foucault’nun dışlanmışların dışarıdan çıkmasını teorik olarak mümkün kıldığı gibi…
Federico Garcia LORCA
İspanyol şair, müzisyen, ressam ve oyun yazarı Babası Granada'da toprak sahibiydi. Lorca böylece İspanyol halkını yakından tanıma olanağını buldu. Dadısından dinlediği geleneksel İspanyol baladları ve çingene öyküleri ile büyüdü. Ailesinin daha çocuk yaşlarda satın al...dığı bir kukla tiyatrosu, sanatçının tiyatroyla tanışmasına önemli bir vesile oldu. Colegio Del Sagrago Corazon des Jesus adlı Cizvit okulu'ndan sonra Granada Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 1918'de ilk kitabını yayımladı. 1919'da Madrid'e yerleşti. Madrid'de verimli bir kültür ortamı buldu; İspanyol folklorunu inceledi. Rafael Alberti, Vicente Aleixandre, Juan Ramon Jimenez, Salvador Dali, Pedro Salinas ve Luis Bunuel ile dostluk kurdu. Yayımladığı şiir kitapları müthiş ilgi uyanırdı. 1930'da Amerika'ya çağrıldı, birçok konferans verdi. 1933'te ikinci kez Amerika'ya gitti; Arjantin, Brezilya ve Uruguay'ı dolaştı. 1934'te İspanya'ya döndüğünde ortalığı karışmış buldu. Hükümet sağcıların eline geçmişti. Maden işçilerinin ayaklanması silah zoruyla bastırılmıştı. 1936'da solcular başa geçince birkaç ay içerisinde toplumsal durum gerginleşti. Faşistler suikastlara girişiyor, halk da bu suikastlara karşılık veriyordu. Lorca için Granada'ya dönmekten başka çıkar yol kalmamıştı. Ama o Granada'ya döndükten bir iki gün sonra, ayaklanan Franco'cular Güney İspanya'yı ele geçirdiler ve etnik-ideolojik temizliğe başladılar. On beş bin kişiyi kurşuna dizdiler. Lorca da tutuklandı, 19 Ağustos 1936'da Falanjistler tarafından kurşuna dizildi. Federico Garcia Lorca, yüzyılının en büyük iki İspanyol şairinden biri olarak kabul edilir. Şiirde, politikada ve ahlak anlayışında modernliğin savunucusu olan Lorca, eşcinsel tercihi nedeniyle Katolik kilisesi ile arası açılmıştır. Lorca için çağdaşlarının "en yaratıcısı, en gelenekseli ve en İspanyol'u" tanımı kullanılmaktadır.
Knut HAMSUN
Norveçli yazar. Asıl adı Knut Pedersen'dir. Knut Hamsun, 4 Ağustos
1859'da Garmostraet'de doğdu, 19 Şubat 1952'de Grimstad'da öldü. Resmi
eğitim görmedi. Birkaç kez ABD'ne gitti. İlk romanı Açlık (Sult, 1890)
büyük başarı kazanınca haklı bir ün kazandı. Yalın ve çocuksu biçemi
...incelik örülmüş bir düzyazı şiiri andırır. 1920'de Nobel Edebiyat
Ödülü'nü kazandı.
1859'da Garmostraet'de doğdu, 19 Şubat 1952'de Grimstad'da öldü. Resmi
eğitim görmedi. Birkaç kez ABD'ne gitti. İlk romanı Açlık (Sult, 1890)
büyük başarı kazanınca haklı bir ün kazandı. Yalın ve çocuksu biçemi
...incelik örülmüş bir düzyazı şiiri andırır. 1920'de Nobel Edebiyat
Ödülü'nü kazandı.
30 Ekim 2010 Cumartesi
Walter Benjamin/kültür
Walter Benjamin
Walter Benjamin geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu. Kültürün sürekliliğini oluşturan değerleri değil; tüketilmiş, bir kenara atılmış nesneleri, kültürel artıkları toplamayı, 'tarihin imgesini, tarihin en silik nesnelerinde bulmayı' amaçlıyordu. Maddi temelini yitirmelerine rağmen -tam da bu yüzden- çevrelerine son kez ışık saçan, bu ışığın aydınlığında bütün imkanlarıyla son bir kez beliriveren şeyler... Onu cezbeden bunlardı. Kötümser, çileci bir bakış. Aynı zamanda bir inanç; miyadını doldurmuş şeylerin etrafını saran halede, bu bir anlık ışımada, hakikatin belireceğine duyulan inanç; olağanüstü bir aydınlanma beklentisi, düşüncenin ufkunda birden belirecek bir mutluluk vaadi. 'Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır, ' diyecektir Benjamin, 'ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk
walter benjamin .' -Nurdan Gürbilek- (Arka Kapak)
Walter Benjamin geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu. Kültürün sürekliliğini oluşturan değerleri değil; tüketilmiş, bir kenara atılmış nesneleri, kültürel artıkları toplamayı, 'tarihin imgesini, tarihin en silik nesnelerinde bulmayı' amaçlıyordu. Maddi temelini yitirmelerine rağmen -tam da bu yüzden- çevrelerine son kez ışık saçan, bu ışığın aydınlığında bütün imkanlarıyla son bir kez beliriveren şeyler... Onu cezbeden bunlardı. Kötümser, çileci bir bakış. Aynı zamanda bir inanç; miyadını doldurmuş şeylerin etrafını saran halede, bu bir anlık ışımada, hakikatin belireceğine duyulan inanç; olağanüstü bir aydınlanma beklentisi, düşüncenin ufkunda birden belirecek bir mutluluk vaadi. 'Büyük şehir insanını büyüleyen aşktır, ' diyecektir Benjamin, 'ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk
walter benjamin .' -Nurdan Gürbilek- (Arka Kapak)
uyan
Uyan!
Sevdiğim, Kara Yazgılar Maviye Boyansın,Ağıt Yakan Diller Zılgıta
Dolansın.Uyan! Sevdiğim, İçimdeki Leyla,Kaf Dağında ki Sevda, Mem Zinin
Kollarında Uyansın.Uyan! Sevdiğim, Toprak ta Tohum, Dal da Tomurcuk, Dağ
da Özgürlük Uyansın. Uyan ! Sevdiğim, İhanet Ölüm Uykusuna Dalsın, Sen
...Uyan ki Evren Uyansın...
Sevdiğim, Kara Yazgılar Maviye Boyansın,Ağıt Yakan Diller Zılgıta
Dolansın.Uyan! Sevdiğim, İçimdeki Leyla,Kaf Dağında ki Sevda, Mem Zinin
Kollarında Uyansın.Uyan! Sevdiğim, Toprak ta Tohum, Dal da Tomurcuk, Dağ
da Özgürlük Uyansın. Uyan ! Sevdiğim, İhanet Ölüm Uykusuna Dalsın, Sen
...Uyan ki Evren Uyansın...
29 Ekim 2010 Cuma
Walter Benjamin,
Walter Benjamin,
(1892-1940) XX. yüzyıl kültür Felsefesinin en önde gelen düşünürlerinden Alman estetik ve yazın kuramcısı. Romantik" (Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı ) adlı çalışmasıyla doktora derecesini alan Benjamin Frankfurt Üniversitesi'ne girmek için 1925'te, artık bir klasik sayılan (Alman Tragedyasının Kökeni) bitirdi. Bu başvurusunun başarısız olması üzerine Benjamin zaten pek de sıcak bakmadığı akademik kariyer yapma düşüncesinden vazgeçti.
Bir süre gazetecilik yaptığı Berlin' de Bertolt Brecht, Ernst Bloch, Theodor Adornogibi sol kanat aydınlarla tanışır. Bu adlarla yakınlık kurması, Benjamin'in -yakın arkadaşı, Yahudi gizemciliğinin önde gelen adı Gershom Scholem'in de etkisiyle- gençlik yıllarından beri ilgi duyduğu Yahudi gizemciliği ile Kabala'dan gitgide uzaklaşarak Marxçılığa yönelmesinde oldukça etkili olmuştur. Benjamin 1933 yılında yaklaşan felaketin farkında olarak Paris'e göç etti. Burada bir yandan dönemin gözde edebiyat dergileri için eleştiri ve denemeler kaleme alırken, bir yandan da Adorno ile Horkheimer'in çabalarıyla Amerika'da yayımlanmaya devam eden "eleştirel kuram'ın sesi" Toplumsal Araştırmalar Dergisinı yazılarıyla destekledi. Benjamin, sanatın biçimci çözümlemelerini, tarihsel bir yaklaşım oluşturmak üzere toplumsal kuramlarla birleştirir. Bilindiği üzere, dönemin estetik kuramlarının gündemini, doğa bilimlerinin erişebileceğinden çok daha köklü ve yapıcı bir evreni ancak sanatın ifade edebileceğine inanan Nietzsche belirlemektedir. Nietzsche 'nin pek çok izleyicisi aynı görüşü insan bilimleri için de savunmaktadır. Bu yaklaşımlara, sanata tarih içinde bir yeri uygun gören Marxçılar karşı çıkmıştır. Onlara göre bu tarih, siyasaldı ve sanatın doğası, siyasal mücadelesi için seçtiği tarafı belirlerken tüketilmiştir. Bir başka deyişle, sanat kendi doğasını bile kurmaktan uzaktır; sanat yalnızca siyasal altyapının üstyapıdaki yansımasıdır. İşte çağcıl (modern) estetik kurama egemen bu iki kamp arasındaki Benjamin hem kişisel yapısı hem de ilişkilerinin sonucu daha çok Marxçılara yakındır.
Benjamin in tasarısı, birtakım "gelişmeci" basit ölçütlere saplanıp kalmadan, özerk biçimde ekonomi politik ilkelere uygun olarak betimlenebilecek çerçevelerle sanatın uğraşma biçemini açığa çıkarma olarak görülebilir. Marxçıların sanatı yalnızca bir üstyapı görüngüsü olarak ele alişını böylelikle bir kenara koyan Benjamin, bir anlamda Nietszche 'nin metafizik görüşlerine de yakınlaşmış olur.
Benjamin in görüşleri iki evrede ele alınabilir. ("Goethe'nin Seçmeci Yakınlıkları", 1922) adlı yazısıyla başlayan ve Alman Tragedyasının Kökeni (1928) adlı yapıtıyla doruğa ulaşan ilk evrede Benjamin , sanatın pragmatik duruşları benimsediği tarzların açığa çıkarılmasıyla uğraşır. Kendisinin sanata "simgeci" yaklaşım adını verdiği bu noktada, ister eleştirmenlerce isterse sanat yapıtlarının kendilerince savunulmuş olsun, sanat gerçekliğin zorunlu yapılarıyla doğaüstü bir ilişki içindedir. Sanat, (Goethe'de olduğu gibi) boş inançlarla dolu yazgıcılık içinde ya da (XVII. yüzyıl dramalarının kimilerinde oldugu gibi) Tanrı'nın yaratma yetisinin anlaşılması için sanatın sığasına (kapasitesine) duyulan saf güvenle piyasaya ya da görücüye çıkar.
Bu görüşle taban tabana karşıtlık içindeki görüş, Benjamin 'in "melankoli"diye adlandırdığı, bilim savlarına ve deneysel bilgiye karşı kuşku duyan duruştur. Melankoli sanatçı Tanrı'nın gerçekliğine erişmenin umutsuz bir çaba olduğunu göstermek için alegoriler (yerineler) ve nükteler tasarlar. Barok trajik dramaları bu tavrın tipik birörneğidir. Ne var ki bu, öykünmeci gerçekliğin ya da simgeciliğin sorunlarına karşı aceleyle verilmiş bir tepkidir. Zira, sanatçıların müdahaleci pragmacılık denebilecek üçüncü bir seçenekleri daha vardır. Bu, sanatçıların, kendi etkinliklerini daha geniş siyasal bir çerçeve içerisinde algılama yetilerine bağlıdır. Benjamin'e göre sanatçılar bunu yapabilirlerse, "tarihin açık gökyüzü alanda uyanacaklardır; ancak müdahaleci sanatın bu kesin doğası, ilk dönem yapıtlarında bulanık kalmıştır.
1920'lerin sonlarından başlayarak Benjamin 'in yapıtlarının, sanatın nasıl bir siyasal kimlik varsaydığını ortaya koymakla ilgili olduğu görülür. Bu evrede önemli olan, sanatın toplumun önüne nasıl gk- ağı ve söz konusu toplumun çalışanlarınca, gönüllü ya da gönülsüz, nasıl özümsendiği konularıdır. Böylelikle de Benjamin'in gözünde teknoloji kuramı ve tarih kuramı anlayışları daha bir ön plana çıkar. Benjamin 'in sanat ve teknoloji üzerine en önemli denemesi, ("Tekniğin Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği/Yeniden üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, 1935). İlkel toplumsal koşullar alanda sanat, kutsallığın simgeselleştirilmesi gibi, temelde törensel bir işleve sahiptir; yüksek bir "kült" (tapınç; tapılası şey) olarak değerlendirilir. Ancak, halkın bunlara erişme olanağı oldukça sınırlıdır. Oysa çağcıl dönemde yüksek kültür, sanat yapıtlarını müzelerde, konser salonlarında ve operalarda seçkinlere sunar. Kitle iletişim araçlarının katkısıyla, özünü yitirmeden çoğalabilen ama ereksiz kalan sanat artık müdahaleye açık hale gelmiştir. Böylece sanat, siyaset gibi geniş toplumsal dinamiklerle kaynaşmıştır.
Tarih kuramı, Benjamin'in son ürünü olan ("Tarih Kavramı Üzerine" , 1940 aynı yazı daha sonra ufak değişiklikler yapılarak /"Tarih Felsefesi Üzerine Savlar" adıyla da yayınlanmıştır} konusudur. Tıpkı estetik anlayışının ortodoks Marxçılıktan kopuşundan türemesine benzer biçimde, tarih görüşleri de "gelişme" düşüncesine beslediği inançtan yüz çevirmesine dayanır. Tarihin gidişi kökten biçimde bozulur: Kimliklerin ancak yalıtılmış ve olumsal mücadele edimleri sonucunda ortaya çıktığı inişlı sürekli bir "olma durumu" (o/nf) diye görülür. Tarihin "anlamı" kuramsal olarak kavranmaktan uzaktır bu anlam yalnızca kurtarıcı anımsamalar doğurur. Bu açıdan, tarihçinin görevi, günümüz çalışmalarına ışık tutacak özgürlük mücadelelerini anlatmak olacaktır.
Nazilerin iktidara geleceğinin iyiden iyiye anlaşılmasıyla 1933'te gittiği Paris'ten, yaklaşık yedi yıl sonra yine Nazilerin baskısı sonucu Ispanya'ya kaçarken gerekli izni alamayışının verdiği umutsuzlukla canına kıyan Walter Benjamin günümüzde de önemini geniş ölçüde korumaktadır. Ölümünün ardından denemelerinin çoğıı kitaplaştırılan Benjamin ' in diğer önemli yapıtları arasında (Tek Yönlü Yol, 1928), (1900'lerde Berlin Çocukluğu , 1950) ve (Aydınlamalar, 1961) sayılabilir.
(1892-1940) XX. yüzyıl kültür Felsefesinin en önde gelen düşünürlerinden Alman estetik ve yazın kuramcısı. Romantik" (Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı ) adlı çalışmasıyla doktora derecesini alan Benjamin Frankfurt Üniversitesi'ne girmek için 1925'te, artık bir klasik sayılan (Alman Tragedyasının Kökeni) bitirdi. Bu başvurusunun başarısız olması üzerine Benjamin zaten pek de sıcak bakmadığı akademik kariyer yapma düşüncesinden vazgeçti.
Bir süre gazetecilik yaptığı Berlin' de Bertolt Brecht, Ernst Bloch, Theodor Adornogibi sol kanat aydınlarla tanışır. Bu adlarla yakınlık kurması, Benjamin'in -yakın arkadaşı, Yahudi gizemciliğinin önde gelen adı Gershom Scholem'in de etkisiyle- gençlik yıllarından beri ilgi duyduğu Yahudi gizemciliği ile Kabala'dan gitgide uzaklaşarak Marxçılığa yönelmesinde oldukça etkili olmuştur. Benjamin 1933 yılında yaklaşan felaketin farkında olarak Paris'e göç etti. Burada bir yandan dönemin gözde edebiyat dergileri için eleştiri ve denemeler kaleme alırken, bir yandan da Adorno ile Horkheimer'in çabalarıyla Amerika'da yayımlanmaya devam eden "eleştirel kuram'ın sesi" Toplumsal Araştırmalar Dergisinı yazılarıyla destekledi. Benjamin, sanatın biçimci çözümlemelerini, tarihsel bir yaklaşım oluşturmak üzere toplumsal kuramlarla birleştirir. Bilindiği üzere, dönemin estetik kuramlarının gündemini, doğa bilimlerinin erişebileceğinden çok daha köklü ve yapıcı bir evreni ancak sanatın ifade edebileceğine inanan Nietzsche belirlemektedir. Nietzsche 'nin pek çok izleyicisi aynı görüşü insan bilimleri için de savunmaktadır. Bu yaklaşımlara, sanata tarih içinde bir yeri uygun gören Marxçılar karşı çıkmıştır. Onlara göre bu tarih, siyasaldı ve sanatın doğası, siyasal mücadelesi için seçtiği tarafı belirlerken tüketilmiştir. Bir başka deyişle, sanat kendi doğasını bile kurmaktan uzaktır; sanat yalnızca siyasal altyapının üstyapıdaki yansımasıdır. İşte çağcıl (modern) estetik kurama egemen bu iki kamp arasındaki Benjamin hem kişisel yapısı hem de ilişkilerinin sonucu daha çok Marxçılara yakındır.
Benjamin in tasarısı, birtakım "gelişmeci" basit ölçütlere saplanıp kalmadan, özerk biçimde ekonomi politik ilkelere uygun olarak betimlenebilecek çerçevelerle sanatın uğraşma biçemini açığa çıkarma olarak görülebilir. Marxçıların sanatı yalnızca bir üstyapı görüngüsü olarak ele alişını böylelikle bir kenara koyan Benjamin, bir anlamda Nietszche 'nin metafizik görüşlerine de yakınlaşmış olur.
Benjamin in görüşleri iki evrede ele alınabilir. ("Goethe'nin Seçmeci Yakınlıkları", 1922) adlı yazısıyla başlayan ve Alman Tragedyasının Kökeni (1928) adlı yapıtıyla doruğa ulaşan ilk evrede Benjamin , sanatın pragmatik duruşları benimsediği tarzların açığa çıkarılmasıyla uğraşır. Kendisinin sanata "simgeci" yaklaşım adını verdiği bu noktada, ister eleştirmenlerce isterse sanat yapıtlarının kendilerince savunulmuş olsun, sanat gerçekliğin zorunlu yapılarıyla doğaüstü bir ilişki içindedir. Sanat, (Goethe'de olduğu gibi) boş inançlarla dolu yazgıcılık içinde ya da (XVII. yüzyıl dramalarının kimilerinde oldugu gibi) Tanrı'nın yaratma yetisinin anlaşılması için sanatın sığasına (kapasitesine) duyulan saf güvenle piyasaya ya da görücüye çıkar.
Bu görüşle taban tabana karşıtlık içindeki görüş, Benjamin 'in "melankoli"diye adlandırdığı, bilim savlarına ve deneysel bilgiye karşı kuşku duyan duruştur. Melankoli sanatçı Tanrı'nın gerçekliğine erişmenin umutsuz bir çaba olduğunu göstermek için alegoriler (yerineler) ve nükteler tasarlar. Barok trajik dramaları bu tavrın tipik birörneğidir. Ne var ki bu, öykünmeci gerçekliğin ya da simgeciliğin sorunlarına karşı aceleyle verilmiş bir tepkidir. Zira, sanatçıların müdahaleci pragmacılık denebilecek üçüncü bir seçenekleri daha vardır. Bu, sanatçıların, kendi etkinliklerini daha geniş siyasal bir çerçeve içerisinde algılama yetilerine bağlıdır. Benjamin'e göre sanatçılar bunu yapabilirlerse, "tarihin açık gökyüzü alanda uyanacaklardır; ancak müdahaleci sanatın bu kesin doğası, ilk dönem yapıtlarında bulanık kalmıştır.
1920'lerin sonlarından başlayarak Benjamin 'in yapıtlarının, sanatın nasıl bir siyasal kimlik varsaydığını ortaya koymakla ilgili olduğu görülür. Bu evrede önemli olan, sanatın toplumun önüne nasıl gk- ağı ve söz konusu toplumun çalışanlarınca, gönüllü ya da gönülsüz, nasıl özümsendiği konularıdır. Böylelikle de Benjamin'in gözünde teknoloji kuramı ve tarih kuramı anlayışları daha bir ön plana çıkar. Benjamin 'in sanat ve teknoloji üzerine en önemli denemesi, ("Tekniğin Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği/Yeniden üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, 1935). İlkel toplumsal koşullar alanda sanat, kutsallığın simgeselleştirilmesi gibi, temelde törensel bir işleve sahiptir; yüksek bir "kült" (tapınç; tapılası şey) olarak değerlendirilir. Ancak, halkın bunlara erişme olanağı oldukça sınırlıdır. Oysa çağcıl dönemde yüksek kültür, sanat yapıtlarını müzelerde, konser salonlarında ve operalarda seçkinlere sunar. Kitle iletişim araçlarının katkısıyla, özünü yitirmeden çoğalabilen ama ereksiz kalan sanat artık müdahaleye açık hale gelmiştir. Böylece sanat, siyaset gibi geniş toplumsal dinamiklerle kaynaşmıştır.
Tarih kuramı, Benjamin'in son ürünü olan ("Tarih Kavramı Üzerine" , 1940 aynı yazı daha sonra ufak değişiklikler yapılarak /"Tarih Felsefesi Üzerine Savlar" adıyla da yayınlanmıştır} konusudur. Tıpkı estetik anlayışının ortodoks Marxçılıktan kopuşundan türemesine benzer biçimde, tarih görüşleri de "gelişme" düşüncesine beslediği inançtan yüz çevirmesine dayanır. Tarihin gidişi kökten biçimde bozulur: Kimliklerin ancak yalıtılmış ve olumsal mücadele edimleri sonucunda ortaya çıktığı inişlı sürekli bir "olma durumu" (o/nf) diye görülür. Tarihin "anlamı" kuramsal olarak kavranmaktan uzaktır bu anlam yalnızca kurtarıcı anımsamalar doğurur. Bu açıdan, tarihçinin görevi, günümüz çalışmalarına ışık tutacak özgürlük mücadelelerini anlatmak olacaktır.
Nazilerin iktidara geleceğinin iyiden iyiye anlaşılmasıyla 1933'te gittiği Paris'ten, yaklaşık yedi yıl sonra yine Nazilerin baskısı sonucu Ispanya'ya kaçarken gerekli izni alamayışının verdiği umutsuzlukla canına kıyan Walter Benjamin günümüzde de önemini geniş ölçüde korumaktadır. Ölümünün ardından denemelerinin çoğıı kitaplaştırılan Benjamin ' in diğer önemli yapıtları arasında (Tek Yönlü Yol, 1928), (1900'lerde Berlin Çocukluğu , 1950) ve (Aydınlamalar, 1961) sayılabilir.
27 Ekim 2010 Çarşamba
YÜZYILLARINA GÖRE FİLOZOFLAR
19. yüzyıl filozofları
Ralph Waldo Emerson
... Friedrich Engels
Georg Hegel
Karl Marx
Arthur Schopenhauer
Henry David Thoreau
20. yüzyıl filozofları
Sri Aurobindo ..
Martin Heidegger
... Pareto
Stephen Hawking
21. yüzyıl filozofları
Antonio Negri
...David Benjamin Kaplan
Umberto Eco
Saul Kripke
John Zerzan
Ralph Waldo Emerson
... Friedrich Engels
Georg Hegel
Karl Marx
Arthur Schopenhauer
Henry David Thoreau
20. yüzyıl filozofları
Sri Aurobindo ..
Martin Heidegger
... Pareto
Stephen Hawking
21. yüzyıl filozofları
Antonio Negri
...David Benjamin Kaplan
Umberto Eco
Saul Kripke
John Zerzan
Değer Yargılarımız...
Bütün davranışlar değer yargılarına dayanır, tüm değer yargıları ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir... İkincisi büyük ölçüde çoğunluktadır... Onları neden benimseriz?...Korkudan, -yani kendimize aitmiş gibi davranmayı daha uygun buluruz... Ve bu rol öylesine alışkanlık yaratır ki, sonunda bizim doğamız haline gelir... Kendi değer yargılarımız: Bu, birşeyin bir başkasına değil, sadece bize verdiği keyif ya da keyifsizlikle ölçülmesi demektir ki, bu oldukça enderdir!... Ama çoğu durumlarda başkasına ait değer yargısını kullandığımız için, o başkasına duyduğumuz saygının en azından kendimizden kaynaklanması, kendi kararımız olması gerekmez mi?... Evet, ama biz bunu çocukluğumuzdan itibaren yaparız ve bu davranışımızı pek ender değiştiririz... Yakınlarımızla ilgili (onların zekası, statüsü, ahlak kavramı, örnek olmaları, aşağılıkları) yaptığımız değerlendirmeler ve onların değer yargılarını kabul etme zorunluluğu konusunda, genellikle çocuklukta edindiğimiz yargılara ömür boyu bağlı kalırız...F.Nietzsche Tan Kızıllığı
24 Ekim 2010 Pazar
adam
Adam şapkasına rastladı sokakta
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.
Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda
Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı
Adam bulut gibiydi, hatırladı
Adamın ayaklarının altında
Yıldızların yıldız olduğu vardı
Adam yıldızlara basa basa yürüdü
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.
cemal süreyya
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.
Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda
Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı
Adam bulut gibiydi, hatırladı
Adamın ayaklarının altında
Yıldızların yıldız olduğu vardı
Adam yıldızlara basa basa yürüdü
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.
cemal süreyya
şiir sanatı
Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,
Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,
Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -
Kuşların uçuşu gibi Sözsüz olmalı şiir.
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,
Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,
Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.
Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.
Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.
Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -
Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.
Archibald MACLEISH Çeviren : Cevat Çapan Şiirin Aslı : Ars Poetika
Yuvarlak bir meyve gibi,
Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,
Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -
Kuşların uçuşu gibi Sözsüz olmalı şiir.
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,
Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,
Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -
Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.
Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.
Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.
Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -
Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.
Archibald MACLEISH Çeviren : Cevat Çapan Şiirin Aslı : Ars Poetika
şiir
Şiir, boğazın orta yerindeki bu ülser.
Şiir, kafatasını temizleyen bu akbaba.
Şiir, aklını yitirdiğin bu poker.
Şiir, gerçeklikten bu kaçma ödevi.
Şiir, sözcüklerin birbirini öldürdükleri sessizliğin.
Şiir, bu çığırtkan ve etobur çiçek.
Şiir, derinin altında yatan bu kızkardeş.
Şiir, en tatlı şeylere edilen bu küfür.
Şiir, sevecenliğin dibindeki bu isyan.
Şiir, görünür krallığı reddedişin.
Şiir, sana kuşku şırıngalayan bu zehir.
Şiir, ağaçları deli bu bahçe.
Şiir, artık hiçbir şey öğrenmemek için aldığın ders.
Şiir, doğduğun okyanusa dönüşün.
Şiir, senden başkası olma mutluluğun.
ALAIN BOSQUET
Şiir, kafatasını temizleyen bu akbaba.
Şiir, aklını yitirdiğin bu poker.
Şiir, gerçeklikten bu kaçma ödevi.
Şiir, sözcüklerin birbirini öldürdükleri sessizliğin.
Şiir, bu çığırtkan ve etobur çiçek.
Şiir, derinin altında yatan bu kızkardeş.
Şiir, en tatlı şeylere edilen bu küfür.
Şiir, sevecenliğin dibindeki bu isyan.
Şiir, görünür krallığı reddedişin.
Şiir, sana kuşku şırıngalayan bu zehir.
Şiir, ağaçları deli bu bahçe.
Şiir, artık hiçbir şey öğrenmemek için aldığın ders.
Şiir, doğduğun okyanusa dönüşün.
Şiir, senden başkası olma mutluluğun.
ALAIN BOSQUET
23 Ekim 2010 Cumartesi
kavramsal sanat üzerine 5
Başlıca Kavramsal Sanat Örnekleri
�Ses� varsa �sessizlik� de vardır. Çağdaş Amerikan bestecilerinden John Cage�in �4.33� adli piyano eseri şöyledir: Piyanist sahneye çıkar, dinleyicileri selamlar taburesine oturur, piyanonun kapağını kaldırır, bir süre bekler. Sonra kapağı kapar, bekler ve yine kaldırır. Yine bekler. Ardından kapar, yine açar. Bu işi birkaç kez yapar ve tamı tamına 4 dakika 33 saniye dolduğunda piyanonun kapağını kapatır, yerinden kalkar, dinleyiciyi selamlayıp kulisine döner. Bu eser 1950�lerin başlarında bestelendi. John Cage�e göre, piyanonun kapağı açılınca �1. Bölüm� başlamış olur, kapatınca biter. Kapak ikinci açılışında �2. Bölüm� başlar; yinelenen eylem ve süreçte bu �dört bölümlü eser�, 4 dakika 33 saniye sürer. Ama dikkat edelim: Bu süre boyunca çıkan öteki bütün sesler de esere dahildir: Salondaki fısıltılar, topuk sesleri, alarmlı saatler, cep telefonları, �Yeter kardeşim, çal da dinleyelim şu parçayı,� homurtuları gibi. John Cage, Hint felsefesindeki �Sessizliği dinlemek�ten yola çıktığını söylüyor. �Bu dört buçuk dakika benimdir,� demek istiyor, �Sessizlik sunuyorum, o mekandaki bütün öteki rastlantısal sesler de sorumluluğumdadır,� diyor. Bütün müzik eserleri �sesler� gibi �susku�ları da içerir. �Sessizlik�ten yoksun, �suskusuz� bir müzik yapıtı düşünülemez.
Joseph Kosuth, �One and Three Chairs� isimli eserinde; bir katlanır sandalye, bir sandalye fotoğrafi ve bir sandalyenin sözlük tanımının büyütülmüş halini bir arada kullanmıştır (200 x 271 x 44 cm). (Düzenleme ilk metinde yer almaktadır)
One and Three Chairs isimli eser, tanımı net olarak yapılamayan bir şeyin, pratikte de bir işe yaramayacağını (anlamı olmadığını) ifade etmektedir.
Görsel şiirin öncülerinin başında, �Silencio (1954)� isimli eserin sahibi İsviçreli şair Eugen Gomringer gelir Silencio (sessizlik) isimli eserde, boş bir kağıda koyu puntoyla sürekli olarak yazılan �silencio� yazıları, okuyucunun kafasında sessizliğe ilişkin düşünsel bir metafor yaratmayı amaçlar.
Gomringer, sayfanın ortasında bıraktığı beyaz boşlukla, yazıyla yinelenen �düzenli sessizlik� kavramını bir anda yıkmaktadır. Bu yıkım görsel olarak şu sakinliğin bozulduğu hissini verir. Bu hissin insanda uyarnhrdıği rahatsızlık, daha sonra tekrar ısrarla yinelenen �sessizlik� kelimesiyle bizi adeta sessizliğin anlamının �anlamsız bir monotonluk� olduğunu düşünmeye zorlar. Diğer bütün kavramsal şiirlerde olduğu gibi, eserdeki yazılar üe ortada ki boşluk planlı olarak düzenlenerek dilin metinsel etkisinden çok, görsel etkisi ön plana çıkarılmış ve izleyicinin dilsel ifade olasılıklarından uzaklaştırılması amaçlanmıştır.
�Ses� varsa �sessizlik� de vardır. Çağdaş Amerikan bestecilerinden John Cage�in �4.33� adli piyano eseri şöyledir: Piyanist sahneye çıkar, dinleyicileri selamlar taburesine oturur, piyanonun kapağını kaldırır, bir süre bekler. Sonra kapağı kapar, bekler ve yine kaldırır. Yine bekler. Ardından kapar, yine açar. Bu işi birkaç kez yapar ve tamı tamına 4 dakika 33 saniye dolduğunda piyanonun kapağını kapatır, yerinden kalkar, dinleyiciyi selamlayıp kulisine döner. Bu eser 1950�lerin başlarında bestelendi. John Cage�e göre, piyanonun kapağı açılınca �1. Bölüm� başlamış olur, kapatınca biter. Kapak ikinci açılışında �2. Bölüm� başlar; yinelenen eylem ve süreçte bu �dört bölümlü eser�, 4 dakika 33 saniye sürer. Ama dikkat edelim: Bu süre boyunca çıkan öteki bütün sesler de esere dahildir: Salondaki fısıltılar, topuk sesleri, alarmlı saatler, cep telefonları, �Yeter kardeşim, çal da dinleyelim şu parçayı,� homurtuları gibi. John Cage, Hint felsefesindeki �Sessizliği dinlemek�ten yola çıktığını söylüyor. �Bu dört buçuk dakika benimdir,� demek istiyor, �Sessizlik sunuyorum, o mekandaki bütün öteki rastlantısal sesler de sorumluluğumdadır,� diyor. Bütün müzik eserleri �sesler� gibi �susku�ları da içerir. �Sessizlik�ten yoksun, �suskusuz� bir müzik yapıtı düşünülemez.
Joseph Kosuth, �One and Three Chairs� isimli eserinde; bir katlanır sandalye, bir sandalye fotoğrafi ve bir sandalyenin sözlük tanımının büyütülmüş halini bir arada kullanmıştır (200 x 271 x 44 cm). (Düzenleme ilk metinde yer almaktadır)
One and Three Chairs isimli eser, tanımı net olarak yapılamayan bir şeyin, pratikte de bir işe yaramayacağını (anlamı olmadığını) ifade etmektedir.
Görsel şiirin öncülerinin başında, �Silencio (1954)� isimli eserin sahibi İsviçreli şair Eugen Gomringer gelir Silencio (sessizlik) isimli eserde, boş bir kağıda koyu puntoyla sürekli olarak yazılan �silencio� yazıları, okuyucunun kafasında sessizliğe ilişkin düşünsel bir metafor yaratmayı amaçlar.
Gomringer, sayfanın ortasında bıraktığı beyaz boşlukla, yazıyla yinelenen �düzenli sessizlik� kavramını bir anda yıkmaktadır. Bu yıkım görsel olarak şu sakinliğin bozulduğu hissini verir. Bu hissin insanda uyarnhrdıği rahatsızlık, daha sonra tekrar ısrarla yinelenen �sessizlik� kelimesiyle bizi adeta sessizliğin anlamının �anlamsız bir monotonluk� olduğunu düşünmeye zorlar. Diğer bütün kavramsal şiirlerde olduğu gibi, eserdeki yazılar üe ortada ki boşluk planlı olarak düzenlenerek dilin metinsel etkisinden çok, görsel etkisi ön plana çıkarılmış ve izleyicinin dilsel ifade olasılıklarından uzaklaştırılması amaçlanmıştır.
kavramsal sanat üzerine 4
Materyal Yanılgısı
Günümüzde teknolojik gelişmelerin bir uzantısı olarak karşılaştığımız yeni materyaller çağdaş sanatın en büyük sancısıdır. Bazı sanatçılar, yeni materyallerle yeni fikirleri birbirine karıştırmaktadır. Birbirinden çekici bu materyaller, büyük bir sanatçı kitlesi tarafından iyi bir şeymiş gibi kullanılmakta, daha da ötesinde yeni materyalleri kullanarak bir iş yapınca, iyi sanatçı olunduğu düşünülmektedir. Burada asıl tehlike, dışavurumculuğun başka bir şekli olarak işin fikrinden çok materyalin yapım şekline önem verilmesinden kaynaklanmaktadır. Üç boyutlu sanatın her türü, fiziksel bir olgudur. Fizikselliği, onun en belirgin ve en doyurucu yanıdır. Kavramsal sanat ise izleyicinin gözünden ve duygularından çok zihnini hedef alır. Aynı zaman da fiziksellik, üçboyutlu bir objede heyecan yaratmadığı için tezat da oluşturur. Renk, yüzey, metin, biçim; işin sadece fiziksel beklentilerini yansıtır. Bu fiziksellik izleyicinin ilgisini ve dikkatini çeker ancak aynı zamanda bizim, fikrimizin anlaşılmasının ve bir ifade düzeneği kurmamızın önündeki en geldir. Kavramsal sanatçı fikrini olabildiğince maddecilikten uzak tutar ya da bunu karmaşık bir yol kullanarak (materyali fikrin içine sokarak) ifade etmek ister. Bir fikri vurgulamada iki boyut, üç boyuta göre daha iyidir. Fikirler; sayılarla, fotoğraflarla vurgulanabileceği gibi, kelimelerle ya da sanatçının seçeceği herhangi bir yolla da ifade edilebilir, form önemsizdir. Her kavramsal sanat, izleyicinin ilgisini çekmeyebilir. Kavramsal sanat; sadece fikir iyi olduğu zaman iyidir.
Sanatçının sunduğu kavramın izleyici tarafından anlaşılıp anlaşılmaması önemli değildir. Zaten izleyicinin işi algılayabilmesi için bir yol bulmak, sanatçının elinde ve kontrolünde değildir. Farklı insanlar, aynı şeyi farklı bir yoldan anlayacaklardır. Sanatsal deneyim iki yönlüdür. Bunlar; sanatçının yaratıcı süreci ve izleyicinin algıamasıdır. Çoğu kimse sanatsal yaratıcılık yeteneğinin ya da algılamadaki sezgi gücünün Tanrı vergisi olduğuna inanır. Ancak buna karşın aslında her ikisi de büyük ölçüde eğitimle ilgilidir.
gülten imamoğlu
Günümüzde teknolojik gelişmelerin bir uzantısı olarak karşılaştığımız yeni materyaller çağdaş sanatın en büyük sancısıdır. Bazı sanatçılar, yeni materyallerle yeni fikirleri birbirine karıştırmaktadır. Birbirinden çekici bu materyaller, büyük bir sanatçı kitlesi tarafından iyi bir şeymiş gibi kullanılmakta, daha da ötesinde yeni materyalleri kullanarak bir iş yapınca, iyi sanatçı olunduğu düşünülmektedir. Burada asıl tehlike, dışavurumculuğun başka bir şekli olarak işin fikrinden çok materyalin yapım şekline önem verilmesinden kaynaklanmaktadır. Üç boyutlu sanatın her türü, fiziksel bir olgudur. Fizikselliği, onun en belirgin ve en doyurucu yanıdır. Kavramsal sanat ise izleyicinin gözünden ve duygularından çok zihnini hedef alır. Aynı zaman da fiziksellik, üçboyutlu bir objede heyecan yaratmadığı için tezat da oluşturur. Renk, yüzey, metin, biçim; işin sadece fiziksel beklentilerini yansıtır. Bu fiziksellik izleyicinin ilgisini ve dikkatini çeker ancak aynı zamanda bizim, fikrimizin anlaşılmasının ve bir ifade düzeneği kurmamızın önündeki en geldir. Kavramsal sanatçı fikrini olabildiğince maddecilikten uzak tutar ya da bunu karmaşık bir yol kullanarak (materyali fikrin içine sokarak) ifade etmek ister. Bir fikri vurgulamada iki boyut, üç boyuta göre daha iyidir. Fikirler; sayılarla, fotoğraflarla vurgulanabileceği gibi, kelimelerle ya da sanatçının seçeceği herhangi bir yolla da ifade edilebilir, form önemsizdir. Her kavramsal sanat, izleyicinin ilgisini çekmeyebilir. Kavramsal sanat; sadece fikir iyi olduğu zaman iyidir.
Sanatçının sunduğu kavramın izleyici tarafından anlaşılıp anlaşılmaması önemli değildir. Zaten izleyicinin işi algılayabilmesi için bir yol bulmak, sanatçının elinde ve kontrolünde değildir. Farklı insanlar, aynı şeyi farklı bir yoldan anlayacaklardır. Sanatsal deneyim iki yönlüdür. Bunlar; sanatçının yaratıcı süreci ve izleyicinin algıamasıdır. Çoğu kimse sanatsal yaratıcılık yeteneğinin ya da algılamadaki sezgi gücünün Tanrı vergisi olduğuna inanır. Ancak buna karşın aslında her ikisi de büyük ölçüde eğitimle ilgilidir.
gülten imamoğlu
kavramsal sanat üzerine 3
Öznellikten Kaçınma
Sanatçı düşünsel boyutta kavramın işlevi ile algılanması arasındaki çelişkiyi (birinin diğerine üstünlüğü), kendi öznel yargısına başvurarak hafifletir. Öznellikten kaçınmanın tek yolu bir plan dahilinde çalışmaktır. Bu, aynı zamanda her tasarımın nesnel dönüşümü için gereklidir. Plan işin tasarımıdır. Bazı planlar milyonlarca varyasyonu, bazıları da sınırlı birkaç tasarımı içerir. Fakat her ikisi de sonuca götürür. Bazıları ise sonsuzluğu ifade eder. Ancak her ne olursa olsun, her durumda sanatçı yalın bir form seçerek problemi çözüme kavuşturur. İşin tamamlanması aşamasında verilen sancılı kararlar daha iyidir. Bu; gelişigüzelliği, şımarıklıkları ve öznelliği olabildiğince aza indirger.
Bir sanatçı, çok üniter bir yöntem kullanacaksa genellikle yalın ve kolayca ulaşılabilen bir form seçer. Formun kendisi çok az önem taşır ve bu önemlilik işin bütününden sonra gelir. Aslında en iyisi, temel birimi kasıtlı olarak ilgi çekmeyecek biçimde seçmektir. Böylece işin bütünü içinde, onun doğal bir parçası olarak görülmesi daha kolay olabilir. Temel birimin karmaşık bir formda olması, sadece bütünlüğün bozulmasına hizmet eder. Basit bir form, mekan içinde defalarca yan yana kullanılabilir ve bütün ilgi form düzenlemesine çekilebilir. Bu düzenleme, forma bir anlam yüklemeye yarar ve anlamın bir sonucudur. Kavramsal sanat matematikle, felsefeyle ya da diğer zihinsel disiplinlerle fazlaca ilişkili değildir. Matematik birçok sanatçı tarafından dört amacıyla ya da basit bir sayı sistemi olarak kullanılır. İşin felsefesi, gizli biçimde yine işin içindedir ve iş, hiçbir felsefi sistemin bir göstergesi değildir.
Eğer fikir üç boyut gerektiriyorsa, istenen her büyüklükte olabilir. Burada sorun hangi ölçünün daha iyi olacağına karar vermektir. Eğer iş, devasa boyutlarda bir şey olursa, tek başına büyüklük vurucu olabilir ve fikir tamamen kaybolabilir. Yine iş çok küçük olursa, bu kez hiç göze görünmeyebilir. İzleyicinin kendi boyuyla, işin sergilendiği mekanda kapladığı hacmin büyüklüğü arasında ilişki kurulabilir. Sanatçı belki de nesnenin, izleyicinin göz hizasından daha yüksekte ya da alçakta durmasını isteyebilir. Gerçekte nesnenin, izleyicinin onu algılayabilmesi için gerekli bilgiyi verecek büyüklükte olması yeterli olacaktır. Kasıtlı olarak işi mekana yerleştirmeden kaynaklanan görsel düzenleme zorunlulukları dışında ve ana fikri engellememek koşuluyla yapılacak böyle bir düzenleme, bir sunum olarak nesnenin anlamlandırılmasını kolaylaştıracaktır.
Mekan, üçboyutlu bir kütlenin sığabileceği hacimde ve küp şeklinde düşünülmelidir. Her kütle mekanı doldurur. Örneğin hava; görülemez ama cisimlerin arasındaki boşluğu doldurur, mesafe bildirir. Kütleler ve uzaklıkları bir sanat işinde önemli olabilir. Eğer uzaklığın belli bir mesafede olması önemliyse, parçalar açıkça ona göre düzenlenmelidir. Eğer uzaklık önem taşımıyorsa. parçalar hiç dikkat çekmeyecek biçimde düzenli ve eşit aralıklarla yan yana sıralanabilirler. Düzenli mekan, bir çeşit düzenli nabız ya da kalp atışı gibidir. Zamanda düzeni, ritmi simgeler. Mesafeler düzenli tutulduğunda, düzensizlik olabildiğince önem kazanır.
Sanatçı düşünsel boyutta kavramın işlevi ile algılanması arasındaki çelişkiyi (birinin diğerine üstünlüğü), kendi öznel yargısına başvurarak hafifletir. Öznellikten kaçınmanın tek yolu bir plan dahilinde çalışmaktır. Bu, aynı zamanda her tasarımın nesnel dönüşümü için gereklidir. Plan işin tasarımıdır. Bazı planlar milyonlarca varyasyonu, bazıları da sınırlı birkaç tasarımı içerir. Fakat her ikisi de sonuca götürür. Bazıları ise sonsuzluğu ifade eder. Ancak her ne olursa olsun, her durumda sanatçı yalın bir form seçerek problemi çözüme kavuşturur. İşin tamamlanması aşamasında verilen sancılı kararlar daha iyidir. Bu; gelişigüzelliği, şımarıklıkları ve öznelliği olabildiğince aza indirger.
Bir sanatçı, çok üniter bir yöntem kullanacaksa genellikle yalın ve kolayca ulaşılabilen bir form seçer. Formun kendisi çok az önem taşır ve bu önemlilik işin bütününden sonra gelir. Aslında en iyisi, temel birimi kasıtlı olarak ilgi çekmeyecek biçimde seçmektir. Böylece işin bütünü içinde, onun doğal bir parçası olarak görülmesi daha kolay olabilir. Temel birimin karmaşık bir formda olması, sadece bütünlüğün bozulmasına hizmet eder. Basit bir form, mekan içinde defalarca yan yana kullanılabilir ve bütün ilgi form düzenlemesine çekilebilir. Bu düzenleme, forma bir anlam yüklemeye yarar ve anlamın bir sonucudur. Kavramsal sanat matematikle, felsefeyle ya da diğer zihinsel disiplinlerle fazlaca ilişkili değildir. Matematik birçok sanatçı tarafından dört amacıyla ya da basit bir sayı sistemi olarak kullanılır. İşin felsefesi, gizli biçimde yine işin içindedir ve iş, hiçbir felsefi sistemin bir göstergesi değildir.
Eğer fikir üç boyut gerektiriyorsa, istenen her büyüklükte olabilir. Burada sorun hangi ölçünün daha iyi olacağına karar vermektir. Eğer iş, devasa boyutlarda bir şey olursa, tek başına büyüklük vurucu olabilir ve fikir tamamen kaybolabilir. Yine iş çok küçük olursa, bu kez hiç göze görünmeyebilir. İzleyicinin kendi boyuyla, işin sergilendiği mekanda kapladığı hacmin büyüklüğü arasında ilişki kurulabilir. Sanatçı belki de nesnenin, izleyicinin göz hizasından daha yüksekte ya da alçakta durmasını isteyebilir. Gerçekte nesnenin, izleyicinin onu algılayabilmesi için gerekli bilgiyi verecek büyüklükte olması yeterli olacaktır. Kasıtlı olarak işi mekana yerleştirmeden kaynaklanan görsel düzenleme zorunlulukları dışında ve ana fikri engellememek koşuluyla yapılacak böyle bir düzenleme, bir sunum olarak nesnenin anlamlandırılmasını kolaylaştıracaktır.
Mekan, üçboyutlu bir kütlenin sığabileceği hacimde ve küp şeklinde düşünülmelidir. Her kütle mekanı doldurur. Örneğin hava; görülemez ama cisimlerin arasındaki boşluğu doldurur, mesafe bildirir. Kütleler ve uzaklıkları bir sanat işinde önemli olabilir. Eğer uzaklığın belli bir mesafede olması önemliyse, parçalar açıkça ona göre düzenlenmelidir. Eğer uzaklık önem taşımıyorsa. parçalar hiç dikkat çekmeyecek biçimde düzenli ve eşit aralıklarla yan yana sıralanabilirler. Düzenli mekan, bir çeşit düzenli nabız ya da kalp atışı gibidir. Zamanda düzeni, ritmi simgeler. Mesafeler düzenli tutulduğunda, düzensizlik olabildiğince önem kazanır.
kavramsal sanat üzerine 2
Kavramsal sanatta mantık aranması gerekmez. Mantık, belki sanatçının gerçek ilgisini gizlemek, belki izleyicinin işten ne anladığıyla ilgili kafasını karıştırmak, belki de�mantıklı ya da değil� paradoksal bir sonuç çıkarmak amacıyla kullanılabilir. Bazı fikirler kavramsal boyutta mantıklı, ancak algılamada mantıksız olabilirler. Fikrin karmaşık olması gerekmez. Başarılı fikirler genellikle yalın olarak ortaya çıkar. Fikir kavramı, sanatçıda kendisini ifade etmek kaygısı ile oluşmaz. Fikir sezgiyle keşfedilir. Sanat nesnesinin neye benzediği çok önem taşımaz. Eğer fiziken bir formu varsa, bu yeterlidir. Bir fikirle başladığı sürece, hangi formda olduğu önemsizdir. Sanatçının içsel sürecinde oluşan yaratının dışavurmasıdır. Sanatçı tarafından nesneye fiziksel bir form verildiği anda, artık sanatçının kendisi de dahil olmak üzere, herkesin algısına açıktır. Sanatsal nesne, sadece tamamlandığı andan itibaren algılanabilir. Sanat ilk bakışta göze hitap ettiği için kavramsal olmaktan çok algısaldır. Bu algı daha çok görsel, devinimsel, ışık ve renk sanatını içerir.
gülten imamoğlu
gülten imamoğlu
kavramsal sanat üzerine 1
Gündelik konuşma dili bir göstergeler dizgesidir. Ancak toplumsal ve tarihsel yaşamın kendine özgü gereksinimlerini karşılamak üzere matematik, tıp, bilgisayar dili vb. gibi yapay dil yetileri de geliştirilmiştir. İşte sanat da bu özgül dil yetilerinden biridir. Nasıl ki hekimler tıp dilini kullanıyorlarsa, sanatçılar da sanat dilini kullanırlar. Bu dilin oluşumunda ve kullanılış biçiminde sanatçının düşünsel süreci büyük önem taşır. Öncelikle sanatçının bilincinde duyumsadıklarını ve anlatmak istediklerini sanatsal imgelere dönüştürdüğü özel bir dünya oluşur. Düşünsel hazırlık evresi olarak da adlandırabileceğimiz bu aşamanın alıcıya ulaşabilmesi için maddesel bir yapıya bürünerek nesnelleşmesi gerekir. Sanatsal düşüncenin maddeleşmesi demek, tıpkı insanın düşünsel etkinliğinin diğer biçimlerinin nesnelleşmesinde olduğu gibi, göstergebilimsel bir nitelik taşır. İmgelerle yürütülen düşüncenin göstergeler dizgesi biçiminde kurulmasının, sanatın bildirim işlevi bakımından büyük önemi vardır.
Sanat, �sanatçı-sanat nesnesi-alıcı� biçiminde bir dizge kurar: burada sanat nesnesi terimi, bir gösterge ya da daha çok bir göstergeler bütünüdür. Başka bir ifadeyle bu dizge, sanatsal iletişim süreci olarak da adlandırılabilir. Böylece sanat nesnesi, sanatçının bilincinde oluşan imgeyi; alıcının kendi öz bilincinde kavrayabilmesine ve yeniden kurabilmesine olanak veren bir çeşit şifre olarak ortaya çıkar. Bu şifre, çoğu durumda sanatın bilinen formlarında işe yararken, kavramsal sanat söz konusu olduğunda birtakım iletişim sorunlarının yaşanabildiği gözlenmiştir.
Kavramsal sanatta fikir ya da kavram, çalışmanın en önemli boyutudur. Bir sanatçı, sanatın kavramsal herhangi bir formunu kullandığında bu; bütün planlamanın ve karar vermenin daha önceden yapıldığını, icranın ise bir yükümlülükten kurtulma işi olduğunu ifade eder. Fikir, sanat üreten bir makineye dönüşür. Bu türde bir sanat, varsayımların ya da kuramların resmedilmesine dayanmaz. Sezgiseldir, düşünsel sürecin bütün aşamalarıyla ilintilidir ve kasıtlıdır. Sanatçı, bir zanaatçının sahip olduğu el becerilerine sahip olmak zorunda değildir. Sanatçının amacı, ortaya koyduğu işle, kavramsal sanata ilgi duyan izleyicinin �düşünsel ilgisini� çekmektir ve bu yüzden sanatçı genellikle duygusallıktan kaçınmayı arzular. Bir gerekçeye ihtiyacı yoktur ve izleyicinin sıkılıyor olması da kavramsal sanatçının ilgi alanı dışındadır. Kavramsal sanat sadece hissedilen bir heyecanın dışavurulmasıdır. Sanatın, ortaya konan bir işle olağan biçimde ifadesidir ve izleyicileri bu sanatı algılama kaygısından vazgeçirmeye çalışır.
gülten imamoğlu
Sanat, �sanatçı-sanat nesnesi-alıcı� biçiminde bir dizge kurar: burada sanat nesnesi terimi, bir gösterge ya da daha çok bir göstergeler bütünüdür. Başka bir ifadeyle bu dizge, sanatsal iletişim süreci olarak da adlandırılabilir. Böylece sanat nesnesi, sanatçının bilincinde oluşan imgeyi; alıcının kendi öz bilincinde kavrayabilmesine ve yeniden kurabilmesine olanak veren bir çeşit şifre olarak ortaya çıkar. Bu şifre, çoğu durumda sanatın bilinen formlarında işe yararken, kavramsal sanat söz konusu olduğunda birtakım iletişim sorunlarının yaşanabildiği gözlenmiştir.
Kavramsal sanatta fikir ya da kavram, çalışmanın en önemli boyutudur. Bir sanatçı, sanatın kavramsal herhangi bir formunu kullandığında bu; bütün planlamanın ve karar vermenin daha önceden yapıldığını, icranın ise bir yükümlülükten kurtulma işi olduğunu ifade eder. Fikir, sanat üreten bir makineye dönüşür. Bu türde bir sanat, varsayımların ya da kuramların resmedilmesine dayanmaz. Sezgiseldir, düşünsel sürecin bütün aşamalarıyla ilintilidir ve kasıtlıdır. Sanatçı, bir zanaatçının sahip olduğu el becerilerine sahip olmak zorunda değildir. Sanatçının amacı, ortaya koyduğu işle, kavramsal sanata ilgi duyan izleyicinin �düşünsel ilgisini� çekmektir ve bu yüzden sanatçı genellikle duygusallıktan kaçınmayı arzular. Bir gerekçeye ihtiyacı yoktur ve izleyicinin sıkılıyor olması da kavramsal sanatçının ilgi alanı dışındadır. Kavramsal sanat sadece hissedilen bir heyecanın dışavurulmasıdır. Sanatın, ortaya konan bir işle olağan biçimde ifadesidir ve izleyicileri bu sanatı algılama kaygısından vazgeçirmeye çalışır.
gülten imamoğlu
sanat ve gerçeklik
Sanat' gerçek' değildir, o , gerçeği anlamamızı sağlayan bir yalandır.
Schopeunhauer ‘ nesnelerin çekicilikleri bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir. Güzel olan hayat üzerine yapılan betimlemelerdir , sadece.’
Sanat asla taklit değildir. Sanatın kendine ait bir özgünlüğü vardır.
Tolstoy, ‘insanın bir zamanlar yaşamış olduğu , duygusunu , kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır. ‘ der .
Yaşanan bazı güzellikler bir anlıktır. Tabiatta bulunan her şey eninde sonunda bozulmaya mahkumdur. İşte sanat bu anları bize yeniden yaşatmaya çalışır.
Bazı eserler vardır ki konu, zaman, mekan ve kişiler itibariyle tamamen hayal ürünüdür, gerçek dışıdır. Sanatçı işaret ettiği kendisinin gördüğü hissettiği şeyleri başkalarının da görebilmesini sağlamak için hayal gücünü kullanır.
Sanat , bize sanatçının his ve hayal dünyasının süzgecinden geçerek ulaşan gerçeğin bir temsilidir.
Sanat hislerde ve insan benliğinde bir gerçekliğe kavuşur. Sanatçı gerçeğe sadıktır. Sadece bu gerçekliği anlaşılmasına yardım edecek bir şekilde giydirir.
Bu gerçeklik bilim ve felsefede olduğu gibi nesnel ve evrensel bir gerçeklik değildir . sanatta bilim ve felsefenin ulaşmak istediği gerçeğe ulaşmak istemektedir. Sadece yöntem farklılıkları vardır.
Sanatçı eserini oluştururken tamamen özgürdür. Bilim adamı ve filozof gibi belli kurallara bağlı değildir.
Sanatçı bize bir gerçekten bahsederken , bu gerçeği anlamamızı sağlayabilmek için kullandığı araçlar eserin içindedir. Her sanat eserinin kendi gerçekliği vardır.
Schopeunhauer ‘ nesnelerin çekicilikleri bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir. Güzel olan hayat üzerine yapılan betimlemelerdir , sadece.’
Sanat asla taklit değildir. Sanatın kendine ait bir özgünlüğü vardır.
Tolstoy, ‘insanın bir zamanlar yaşamış olduğu , duygusunu , kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştır. ‘ der .
Yaşanan bazı güzellikler bir anlıktır. Tabiatta bulunan her şey eninde sonunda bozulmaya mahkumdur. İşte sanat bu anları bize yeniden yaşatmaya çalışır.
Bazı eserler vardır ki konu, zaman, mekan ve kişiler itibariyle tamamen hayal ürünüdür, gerçek dışıdır. Sanatçı işaret ettiği kendisinin gördüğü hissettiği şeyleri başkalarının da görebilmesini sağlamak için hayal gücünü kullanır.
Sanat , bize sanatçının his ve hayal dünyasının süzgecinden geçerek ulaşan gerçeğin bir temsilidir.
Sanat hislerde ve insan benliğinde bir gerçekliğe kavuşur. Sanatçı gerçeğe sadıktır. Sadece bu gerçekliği anlaşılmasına yardım edecek bir şekilde giydirir.
Bu gerçeklik bilim ve felsefede olduğu gibi nesnel ve evrensel bir gerçeklik değildir . sanatta bilim ve felsefenin ulaşmak istediği gerçeğe ulaşmak istemektedir. Sadece yöntem farklılıkları vardır.
Sanatçı eserini oluştururken tamamen özgürdür. Bilim adamı ve filozof gibi belli kurallara bağlı değildir.
Sanatçı bize bir gerçekten bahsederken , bu gerçeği anlamamızı sağlayabilmek için kullandığı araçlar eserin içindedir. Her sanat eserinin kendi gerçekliği vardır.
kavramsal sanat
Kavramsal sanat terimi, 1960'larda artık kendilerini alışılageldik sanat eseri biçiminde göstermeyen sanat eserleri için kullanılmaya başlanmıştır. Fikir sanatı olarak da geçer. Kavramsal sanatçılar, bir resim veya heykel yapmak üzere yola koyulup bu amaca yönelik fikirler üretmek yerine geleneksel gereçlerin ve biçimlerin ötesinde düşünüp fikirlerini uygun malzemeler ile ifade etme amacı güderler. Klasik anlamda resim veya heykel tarzı nesneler, ticari mal olmaya elverişli olduklarından sanatsal yaratı ve beğeninin dışında tutulur.
Kavramsal sanatta öncelik kavramda olduğundan ve metin (anlatı) ile de yakından bağlantılı olduğundan, bu sanat üretim şekli kendini her biçim ve malzemede gösterebilir.
1960'lardan itibaren özellikle performans sanatı, arazi sanatı, Arte Povera eğilimleri yaygınlaşmıştır.
Bazı kavramsal sanat eserleri atık, buluntu nesneler, karalamalar, yazılı ifadeler veya kılavuzlardan oluştuğu gibi fotoğraf, film ve video da kullanılan gereçler arasındadır.
Temel olarak 1960 ve 1970'lere ait bir akım olmasına rağmen hala etkisi büyüktür.
"Kavramsal sanatta fikir veya kavram, sanat eserinin en önemli kısmıdır . . . tüm planlamalar ve karar almalar önceden yapılır ve fikrin uygulamaya geçirillmesi ikinci planda kalır. Fikir, sanat yapan bir makina haline gelir."
Ek olarak ayni makale de Sol LeWitt "Kavramsal bir sanat eseri ancak fikir iyiyse iyidir", "isini gorsel olark cekici kilip kilmamak tamamen sanatciya kalmistir", "basarili dusunceler genellikle goruntu duzleminde basit gorunurler cunku onlar kacinilmazdirlar", konuyu anlamak acisindan onemlisi olarak " Kavramsal sanat izleyicinin gozune hitab etmekten cok beynine hitab eder` der.
Joseph Kosuth `Art After Philisophy` adli kitabinda soyle demektedir. "Duchamp`tan sonra dogasi geregi yapilan her turlu sanat kavramsal sanattir. Cunku sanat sadece kavramsal olarak varolur."
Kavramsal sanatta öncelik kavramda olduğundan ve metin (anlatı) ile de yakından bağlantılı olduğundan, bu sanat üretim şekli kendini her biçim ve malzemede gösterebilir.
1960'lardan itibaren özellikle performans sanatı, arazi sanatı, Arte Povera eğilimleri yaygınlaşmıştır.
Bazı kavramsal sanat eserleri atık, buluntu nesneler, karalamalar, yazılı ifadeler veya kılavuzlardan oluştuğu gibi fotoğraf, film ve video da kullanılan gereçler arasındadır.
Temel olarak 1960 ve 1970'lere ait bir akım olmasına rağmen hala etkisi büyüktür.
"Kavramsal sanatta fikir veya kavram, sanat eserinin en önemli kısmıdır . . . tüm planlamalar ve karar almalar önceden yapılır ve fikrin uygulamaya geçirillmesi ikinci planda kalır. Fikir, sanat yapan bir makina haline gelir."
Ek olarak ayni makale de Sol LeWitt "Kavramsal bir sanat eseri ancak fikir iyiyse iyidir", "isini gorsel olark cekici kilip kilmamak tamamen sanatciya kalmistir", "basarili dusunceler genellikle goruntu duzleminde basit gorunurler cunku onlar kacinilmazdirlar", konuyu anlamak acisindan onemlisi olarak " Kavramsal sanat izleyicinin gozune hitab etmekten cok beynine hitab eder` der.
Joseph Kosuth `Art After Philisophy` adli kitabinda soyle demektedir. "Duchamp`tan sonra dogasi geregi yapilan her turlu sanat kavramsal sanattir. Cunku sanat sadece kavramsal olarak varolur."
20 Ekim 2010 Çarşamba
VLADEMİR NABOKOV
Çoğunlukla psikolojik nitelikli ve karmaşık yapıya sahip kitaplarıyla tanınan Vladimir Nabokov, itibarlı ve varlıklı bir ailenin oğlu olarak 22 Nisan 1899'da Sen Petersburg'da dünyaya geldi. Babası Ekim Devrimi'nden hemen sonra Rusya'yı terk eden ünlü bir hukukçu ve politikacıdır. Küçük yaşlardan itibaren edebiyata merak salan Nabokov, öğrencilik yıllarında yazdığı ilk şiirlerini özel olarak bastırır. Ailesi Rusya'yı terk ettikten sonra 1919 yılında Yunanistan ve Fransa üzerinden İngiltere'ye gelen Vladimir Nabokov, Cambridge'de Latin ve Slav dilleri ile entomoloji eğitimi gördü. Yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra 1922 yılında Berlin'e taşındı. Berlin'de hayatını özel ders vererek ve göçmen gazetelerine yazı yazarak kazandı. 1925 yılında Rus kökenli Yahudi Vera Slonim ile evlendi. Ancak bir yıl sonra yazdığı Maşenka adlı romanında, göçmen olarak Berlin'de yaşayan ve yurdunda bıraktığı kız arkadaşını aklından çıkaramayan bir gencin ekseninde yüreğindeki sevdanın Rusya'da kaldığını anlatır.
Papaz, Kız, Vale adlı yapıtında ise üçlü bir ilişkiyi ele alan yazar, oyun kağıtlarını mecazi anlamda kullanarak bölümlerin sayısını belirli bir rengin kağıt sayısına uydurur.30'lu yılların ortalarına kadar yazdığı romanlarında hayatın anlamını sorgulayıp, göçmen olmanın verdiği yabancılık duygusunu inceler.
Gözcü adlı yapıtında ilginç bir yöntem benimseyerek bir intihar girişimini anlatır ve bundan böyle dünyayı bir ölünün görüş açısından algılayan göçmenin öyküsünü aktarır. Ölüm sebebini ve ne şekilde öleceğini bilmesine rağmen ne o malum zamanı kestiremeyen bir adamın öyküsünü ele aldığı İnfaza Çağrı, yazarın yaşamla ölüm arasındaki gerilimi ele aldığı eseridir. 1935 yılında başlayıp üzerinde iki yıl boyunca çalıştığı, Berlin'e göç eden bir Rus şairini konu aldığı Armağan, sanatsal bir olgunlaşma sürecinin eseri olduğu kadar yazarın değişik edebiyat biçimleriyle uzlaştığının da göstergesi niteliğindedir.
Nabokov'un yaşamı göçmenlikler üzerine kuruldu. Almanya'nın Fransa'yı işgalinden kısa bir süre önce o tarihten sonraki yaşamını edebiyat dersleri vererek sağlayacağı ABD'ye gitti. 1947'de Nasyonal Sosyalizmi fon alarak yaşamı anlatan Uğursuz Dönemeç adlı romanı yayınladı. Adam Krug adını taşıyan roman kahramanı gerçeği dünya görüşüyle bağdaştırmaya çalışırken, yanlış değerlendirdiği bir diktatörlük rejimi tarafından yokoluşa doğru sürüklenir. Hemen hemen tüm romanlarında olduğu gibi yazar, bu eserinde de görüş açısını sık sık değiştirerek karmaşık bir anlatım strüktürü seçer.
Nabokov'un Lolita adlı romanını pek çok yayınevi yayınlamayı reddedince daha çıkmadan önce tanınmaya başlandı. Daha sonradan Stanley Kubrick tarafından sinemaya da uyarlanan ve büyük skandal yaratan bu eser reşit olmayan bir kıza duyulan aşk ile cinselliğin açık anlatımını ifade ediyordu. Sonunda bu yapıt pornografi uzmanı olan Fransız yayınevi tarafından 1955'te, üç yıl sonra da ABD'de yayınlandı. Lolita tutkulu bir adamın yasak aşkını anlattığı bir savunma yazısı biçiminde kaleme alınmıştır. Bu yapıtın konusu, sahiplenmek istediğini yıkan, gerçekleştirilemeyen bir tutkudur.
Konuk olarak gittiği ABD'ye uyum sağlayamayan, sevimli bir profesörün portresini çizdiği Pnin, yazarın yeniden Rus muhacirinin öyküsünü dönüş romanıdır. Romanlarında sürekli olarak şimdiki zamanla geçmiş arasında gidip gelen Pnin, böylece değişik biçimlerde okunmasına izin veriyordu.
60'lı yıllarda yazdığı Aile Tarihi adlı yapıtı, ensest bir ilişkiyi anlatmakla birlikte çağın bir fenomenine ilişkin araştırma yazısı olma özelliği taşımaktadır. Nabakov, 70'li yıllarda çok sayıda öykü kitabıyla birlikte son romanı Soytarılara Bak'ı da tamamlayarak yapıtlarında şifreli göndermeler yapan bir yazarın hayatına ilişkin itirafnamesidir.
Tarihler 2 Temmuz 1977'yi gösterdiğinde, yapıtlarıyla skandallar yaratan 78 yaşındaki Vladimir Nabokov, bronş enfeksiyonu nedeniyle Lozan'da yaşamını yitirmiştir.
Eserleri
Roman: Maşenka (1926), Papaz, Kız, Vale (Korol, dama, valet, 1928), Lushin'in Savunması (Zastica Luzina, 1930), Gözcü (Sogljadataj, 1930), Kahramanlık (Podvig, 1932), Ümit Kırıklığı (Otcayanie, 1934), İnfaza Çağrı (Priglaşeniye nakasn, 1935), Armağan (Dar, 1937), Valsin Keşfi (Izobretenie valsa, 1938), Karanlıkta Kahkaha (Laughter in the Dark, 1938), Kafanın Uçurulmasına Çağrı (Invitation to a Beheading, 1938), Olay (Sobytie, 1938), Sebastian Knight'in Gerçek Yaşamı (The Real of Sebastian Knight, 1941), Uğursuz Dönemeç (Bend Sinister 1947), Dokuz Hikaye (Nine Stories, 1947), Pnin (1957), Lolita (1958), Renksiz Ateş (Pale Fire, 1962), Aile Tarihi (Ada or Adror: A Family Chronicle,1969), Saydam Şeyler (Transparent Things, 1972), Soytarılara Bak (Look at the Harlequins, 1974)
Papaz, Kız, Vale adlı yapıtında ise üçlü bir ilişkiyi ele alan yazar, oyun kağıtlarını mecazi anlamda kullanarak bölümlerin sayısını belirli bir rengin kağıt sayısına uydurur.30'lu yılların ortalarına kadar yazdığı romanlarında hayatın anlamını sorgulayıp, göçmen olmanın verdiği yabancılık duygusunu inceler.
Gözcü adlı yapıtında ilginç bir yöntem benimseyerek bir intihar girişimini anlatır ve bundan böyle dünyayı bir ölünün görüş açısından algılayan göçmenin öyküsünü aktarır. Ölüm sebebini ve ne şekilde öleceğini bilmesine rağmen ne o malum zamanı kestiremeyen bir adamın öyküsünü ele aldığı İnfaza Çağrı, yazarın yaşamla ölüm arasındaki gerilimi ele aldığı eseridir. 1935 yılında başlayıp üzerinde iki yıl boyunca çalıştığı, Berlin'e göç eden bir Rus şairini konu aldığı Armağan, sanatsal bir olgunlaşma sürecinin eseri olduğu kadar yazarın değişik edebiyat biçimleriyle uzlaştığının da göstergesi niteliğindedir.
Nabokov'un yaşamı göçmenlikler üzerine kuruldu. Almanya'nın Fransa'yı işgalinden kısa bir süre önce o tarihten sonraki yaşamını edebiyat dersleri vererek sağlayacağı ABD'ye gitti. 1947'de Nasyonal Sosyalizmi fon alarak yaşamı anlatan Uğursuz Dönemeç adlı romanı yayınladı. Adam Krug adını taşıyan roman kahramanı gerçeği dünya görüşüyle bağdaştırmaya çalışırken, yanlış değerlendirdiği bir diktatörlük rejimi tarafından yokoluşa doğru sürüklenir. Hemen hemen tüm romanlarında olduğu gibi yazar, bu eserinde de görüş açısını sık sık değiştirerek karmaşık bir anlatım strüktürü seçer.
Nabokov'un Lolita adlı romanını pek çok yayınevi yayınlamayı reddedince daha çıkmadan önce tanınmaya başlandı. Daha sonradan Stanley Kubrick tarafından sinemaya da uyarlanan ve büyük skandal yaratan bu eser reşit olmayan bir kıza duyulan aşk ile cinselliğin açık anlatımını ifade ediyordu. Sonunda bu yapıt pornografi uzmanı olan Fransız yayınevi tarafından 1955'te, üç yıl sonra da ABD'de yayınlandı. Lolita tutkulu bir adamın yasak aşkını anlattığı bir savunma yazısı biçiminde kaleme alınmıştır. Bu yapıtın konusu, sahiplenmek istediğini yıkan, gerçekleştirilemeyen bir tutkudur.
Konuk olarak gittiği ABD'ye uyum sağlayamayan, sevimli bir profesörün portresini çizdiği Pnin, yazarın yeniden Rus muhacirinin öyküsünü dönüş romanıdır. Romanlarında sürekli olarak şimdiki zamanla geçmiş arasında gidip gelen Pnin, böylece değişik biçimlerde okunmasına izin veriyordu.
60'lı yıllarda yazdığı Aile Tarihi adlı yapıtı, ensest bir ilişkiyi anlatmakla birlikte çağın bir fenomenine ilişkin araştırma yazısı olma özelliği taşımaktadır. Nabakov, 70'li yıllarda çok sayıda öykü kitabıyla birlikte son romanı Soytarılara Bak'ı da tamamlayarak yapıtlarında şifreli göndermeler yapan bir yazarın hayatına ilişkin itirafnamesidir.
Tarihler 2 Temmuz 1977'yi gösterdiğinde, yapıtlarıyla skandallar yaratan 78 yaşındaki Vladimir Nabokov, bronş enfeksiyonu nedeniyle Lozan'da yaşamını yitirmiştir.
Eserleri
Roman: Maşenka (1926), Papaz, Kız, Vale (Korol, dama, valet, 1928), Lushin'in Savunması (Zastica Luzina, 1930), Gözcü (Sogljadataj, 1930), Kahramanlık (Podvig, 1932), Ümit Kırıklığı (Otcayanie, 1934), İnfaza Çağrı (Priglaşeniye nakasn, 1935), Armağan (Dar, 1937), Valsin Keşfi (Izobretenie valsa, 1938), Karanlıkta Kahkaha (Laughter in the Dark, 1938), Kafanın Uçurulmasına Çağrı (Invitation to a Beheading, 1938), Olay (Sobytie, 1938), Sebastian Knight'in Gerçek Yaşamı (The Real of Sebastian Knight, 1941), Uğursuz Dönemeç (Bend Sinister 1947), Dokuz Hikaye (Nine Stories, 1947), Pnin (1957), Lolita (1958), Renksiz Ateş (Pale Fire, 1962), Aile Tarihi (Ada or Adror: A Family Chronicle,1969), Saydam Şeyler (Transparent Things, 1972), Soytarılara Bak (Look at the Harlequins, 1974)
Marcel Proust
*
Leyla Soyer Mengüç
Fransız yazar. 20. yüzyılın edebi değerlendirmesi için yapılan pek çok ankette adı Gabriel García Márquez ile birlikte yüzyılın en iyi yazarı olarak öne çıkmıştır. Yedi ciltten oluşan “À la recherche du temps perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) adlı romanıyla dünya edebiyatının devleri arasına girmiştir. Dışavurumcu Fransız edebiyatının en önemli ismi olarak anılmaktadır.
Marcel Proust, 10 Temmuz 1871'de Auteuil'de doğdu. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğuydu. Ünlü yazar tüm yaşamını etkileyecek olan astım krizlerinin ilkini henüz on yaşındayken geçirdi. Daha sonraları konuyla ilgili ‘'A l' Ombre de Jeunes Filles en Fleur'' isimli eserinde çocukluğunda nefesini rahatlatması için kafein kullandığını yazacaktı.
Proust, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan bir burjuva ailesinin üyelerinin, normal diye nitelendirebileceği bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. İlgi duyduğu tek şey edebiyattı.
1890'da Hukuk Fakültesi'ne ve Siyasal Bilgiler Okulu'na kaydoldu. Fransız romancı ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant’la tanıştığı aynı yıl, Sorbonne Üniversite’sindeki felsefe doktoru Henri Bergson'un derslerine katılmaya başladı. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Le Banquet dergisinde yazdığı edebiyat eleştirilerini yayınladı. 1893'te, "Swann'ın Bir Aşkı"`nın "eskizi" olabilecek nitelikte yazılar hazırladı.
1894 yılında ise Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un casuslukla itham edilerek Fransa'da yargılandığı dava olan “Dreyfus Davası” başladı ve ünlü yazar Dreyfus yanlıları arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplomasını aldıktan sonra, 1898'te Dreyfus olayının büyümesiyle Proust, kendini gittikçe artan siyasi tartışmaların içinde buldu. Aynı yıl Emile Zola'nın "J'accuse" (İtham ediyorum!) adlı açık mektubu L'Aurore gazetesinde yayımlandı ve Proust, Prèvost, Clemenceau, Durkheim, Anatole France gibi entelektüellerle birlikte Zola’ya destek olsa da, Zola’nın devlete hakaret suçundan yargılanması önlenemedi.
1905'de hayatındaki en önemli kadın olan annesini kaybettikten sonra, Proust’un sosyal ilişkileri azaldı ve kendini yazmaya verdi. 34 yaşındayken yaşadığı bu travma için tedavi gördükten sonra Proust, deneme yazıları kaleme aldı ve önemli edebiyatçılarla felsefecileri inceledi. Bunların başında, çalışmalarını Fransızcaya çevirdiği İngiliz John Ruskin ve eleştirilerinin hedefi olan Charles Augustin Sainte-Beuve geliyordu. 1908'de yazdığı “”Pastiches et melanges”, 1919’da yayınlayacağı başyapıtı için bir tür ön çalışma oldu.
Proust 1908'den sonra tamamen inzivaya çekilerek hiç ara vermeksizin yedi bölüme ayırdığı başyapıtı “À la recherche du temps perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) adlı dizi romanı üzerinde çalıştı. (Bu roman 1927'ye kadar 15 cilt ve yedi bölüme ayrılmış olarak çıktı.) 1913'te ilk bölümü olan “Du côté de chez Swann” (Swann'ların Tarafı) çıktıktan sonra onu izleyen diğer bölümler “A l'ombre des jeunes filles en fleurs” (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 1918), “Le côté de Guermantes” (Guermantes Tarafı 1920/1921), “Sodome et Gomorrhe” (Sodom ve Gomorra, 1921-1923), “La prisonniere” (Mahpus Kadın, 1923), “Albertine disparue” (Albertine Kayıp, 1925), “Le temps retrouvé” (Yakalanan Zaman, 1927) yayımlandı.. Yazar, kitaplarında, şimdiki zamana ve geçmişe ait bilinç içindekileri, çağrışımlı olarak birleştirebilmek amacıyla olayları kronolojik bir sıraya koymuyordu. 3000 sayfayı bulan bu roman 20. yüzyıl edebiyatının en önemli eserlerinden oldu.
Proust, 1922 Ekim ayı başında bir bronşit krizi geçirdi, bunu yakalandığı zatürree izledi. Yazar, 18 Kasım1922 tarihinde Paris'te öldü.
Ünlü İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’ın ilk romanı “Proust”, ünlü yazarın hayatı ve ilginç kişiliğiyle ilgili diğer biyografilerden farklı olarak “Kayıp Zamanın İzinde” romanını ele alıyordu.
Proust, günlük yaşamda ayakkabı bağlamak, bir şeyler yemek, yürümek gibi yaptığımız her sıradan hareketin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini, böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia etmiştir.
Leyla Soyer Mengüç
Fransız yazar. 20. yüzyılın edebi değerlendirmesi için yapılan pek çok ankette adı Gabriel García Márquez ile birlikte yüzyılın en iyi yazarı olarak öne çıkmıştır. Yedi ciltten oluşan “À la recherche du temps perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) adlı romanıyla dünya edebiyatının devleri arasına girmiştir. Dışavurumcu Fransız edebiyatının en önemli ismi olarak anılmaktadır.
Marcel Proust, 10 Temmuz 1871'de Auteuil'de doğdu. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğuydu. Ünlü yazar tüm yaşamını etkileyecek olan astım krizlerinin ilkini henüz on yaşındayken geçirdi. Daha sonraları konuyla ilgili ‘'A l' Ombre de Jeunes Filles en Fleur'' isimli eserinde çocukluğunda nefesini rahatlatması için kafein kullandığını yazacaktı.
Proust, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan bir burjuva ailesinin üyelerinin, normal diye nitelendirebileceği bir meslek edinmek için en ufak bir istek duymadı. İlgi duyduğu tek şey edebiyattı.
1890'da Hukuk Fakültesi'ne ve Siyasal Bilgiler Okulu'na kaydoldu. Fransız romancı ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant’la tanıştığı aynı yıl, Sorbonne Üniversite’sindeki felsefe doktoru Henri Bergson'un derslerine katılmaya başladı. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Le Banquet dergisinde yazdığı edebiyat eleştirilerini yayınladı. 1893'te, "Swann'ın Bir Aşkı"`nın "eskizi" olabilecek nitelikte yazılar hazırladı.
1894 yılında ise Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un casuslukla itham edilerek Fransa'da yargılandığı dava olan “Dreyfus Davası” başladı ve ünlü yazar Dreyfus yanlıları arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplomasını aldıktan sonra, 1898'te Dreyfus olayının büyümesiyle Proust, kendini gittikçe artan siyasi tartışmaların içinde buldu. Aynı yıl Emile Zola'nın "J'accuse" (İtham ediyorum!) adlı açık mektubu L'Aurore gazetesinde yayımlandı ve Proust, Prèvost, Clemenceau, Durkheim, Anatole France gibi entelektüellerle birlikte Zola’ya destek olsa da, Zola’nın devlete hakaret suçundan yargılanması önlenemedi.
1905'de hayatındaki en önemli kadın olan annesini kaybettikten sonra, Proust’un sosyal ilişkileri azaldı ve kendini yazmaya verdi. 34 yaşındayken yaşadığı bu travma için tedavi gördükten sonra Proust, deneme yazıları kaleme aldı ve önemli edebiyatçılarla felsefecileri inceledi. Bunların başında, çalışmalarını Fransızcaya çevirdiği İngiliz John Ruskin ve eleştirilerinin hedefi olan Charles Augustin Sainte-Beuve geliyordu. 1908'de yazdığı “”Pastiches et melanges”, 1919’da yayınlayacağı başyapıtı için bir tür ön çalışma oldu.
Proust 1908'den sonra tamamen inzivaya çekilerek hiç ara vermeksizin yedi bölüme ayırdığı başyapıtı “À la recherche du temps perdu” (Kayıp Zamanın İzinde) adlı dizi romanı üzerinde çalıştı. (Bu roman 1927'ye kadar 15 cilt ve yedi bölüme ayrılmış olarak çıktı.) 1913'te ilk bölümü olan “Du côté de chez Swann” (Swann'ların Tarafı) çıktıktan sonra onu izleyen diğer bölümler “A l'ombre des jeunes filles en fleurs” (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 1918), “Le côté de Guermantes” (Guermantes Tarafı 1920/1921), “Sodome et Gomorrhe” (Sodom ve Gomorra, 1921-1923), “La prisonniere” (Mahpus Kadın, 1923), “Albertine disparue” (Albertine Kayıp, 1925), “Le temps retrouvé” (Yakalanan Zaman, 1927) yayımlandı.. Yazar, kitaplarında, şimdiki zamana ve geçmişe ait bilinç içindekileri, çağrışımlı olarak birleştirebilmek amacıyla olayları kronolojik bir sıraya koymuyordu. 3000 sayfayı bulan bu roman 20. yüzyıl edebiyatının en önemli eserlerinden oldu.
Proust, 1922 Ekim ayı başında bir bronşit krizi geçirdi, bunu yakalandığı zatürree izledi. Yazar, 18 Kasım1922 tarihinde Paris'te öldü.
Ünlü İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’ın ilk romanı “Proust”, ünlü yazarın hayatı ve ilginç kişiliğiyle ilgili diğer biyografilerden farklı olarak “Kayıp Zamanın İzinde” romanını ele alıyordu.
Proust, günlük yaşamda ayakkabı bağlamak, bir şeyler yemek, yürümek gibi yaptığımız her sıradan hareketin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini, böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia etmiştir.
18 Ekim 2010 Pazartesi
Ernest HEMINGWAY
Hayatı ; (1899-1961)llinois'da doğan yazar, yazmaya daha ortaokulda iken başlamıştı. Liseyi bitirince, Kansas City Star gazetesine muhabir olarak girmişti. Gözündeki bir problem yüzünden askere alınmayan Hemingway, I. Dünya Savaşı sırasında Kızılhaç'ta cankurtaran sürü...cülüğü yaptı. 19 yaşında İtalya'da yaralandı. İtalyan görevliler tarafından ''Gümüş Onur Madalyası '' ile ödüllendirildi. Savaşta gördüğü olaylar sonradan yazılarına esin kaynağı oldu. İç savaş sırasında İspanya'ya savaş muhabiri olarak giden yazar, Cumhuriyet'çilerin yanında General Franko'ya karşı mücadeleye katıldı. İspanya'dan ayrıldıktan sonra Küba'ya yerleşen Hemingway, Afrika'da katıldığı bir safari gezisi sırasında bir uçak kazası atlattı. II. Dünya Savaşı sırasında savaş muhabiri olarak bulunduğu Londra'da gizli bilgi toplama, ve gözüpekliği ile dikkat çekti. 1921 yılında eşi Hadley Richardson ile tanıştı ve evlendi. Yaşamı büyük bir tutkuyla sevmesine rağmen, ölüm düşüncesi hep aklında idi. 1961 yılında kendini av tüfeğiyle vurarak yaşamını bitirdi. ESERLERİ : Güneşte Doğar (1926) Silahlara Veda (1929) Öğleden Sonra Ölüm (1932) Afrikanın Yeşil Tepelerinde (1935) Beşinci Kol (1938) Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940)-Pulitzer Ödülü İhtiyar Adam ve Deniz (1954) -Nobel Edebiyat Ödülü
EDEBİYATTA REALİSTLER
Stendhal (1783-1842): Fransız yazarı. Roman, hikaye, seyahat, hatıra türlerinde eserleri bulunan Stendhal'in en öneli iki romanı Kırmızı ve Siyah ile Parma Manastırı'?W.
Honore de Balzac (1799-1850): Dünya roman türünün en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Fransız yazarı. İnsanlık Komedyası ana başlığı altında topladığı romanlarından birkaçı; Eugenie Grandet, Goriot Baba, Vadideki Zambakt.
Prosper Merime (1803-1870): Fransız hikaye ve roman yazarı. Eserleri: Colomba, Carmen, Matteo Faicone, Tamango (hikaye), Chronique du regne de Charles IX (roman).
Nikolay Gogol (1809-1852): Roman, hikaye ve tiyatro tülerinde eserler veren Rus yazarı. Önemli eserleri; Dikkanka Yakınındaki Çiftlikte Akşamlar, Mirgorod Hikayeleri, Petesburg Hikayeleri (hikaye), Ölü Canlar (roman), Müfettiş, Bir Evlenme, Kumarcılar'ü (tiyatro).
Charles Dickens (1812-1870): İngiliz yazarı. Pickvvick'in Kağıtları, Oliver Twist, Antika Dükkanı, David Copperfield, Büyük Ümitler önemli romanlarıdır.
Theodor Storm (1817-1888); Alman şair ve yazarı. Eserleri: Gedichte, immense, Camın Altında, Eine Malerarbeit, Ekennof.
İvan Turgenyev (1818-1883): Rus yazarı. Önemli eserleri; Bir Avcının Notları (hikaye), Rudin, Bir Asilzade Yuvası, Babalar ve Çocuklar (roman), Köyde Bir Ay, Taşralı Kadın'üf (tiyatro).
George Eliot (1819-1880): İngiliz yazarı. Eserleri: Rahip Hayatından Sahneler, Silas Marner.
Gustave Flaubert (1821-1880): Realizmin kurucusu ve en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Fransız yazarı. Sağlam üslubu ile tanınan yazarın önemli eserleri; Madam Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim ve Üç Hikaye'd'r.
Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881): Dünya ve Rus romanının en büyük yazarlarından birisi. Ölü Bir Evden Anılar, Suç ve Ceza, Budala, Karamazof Kardeşler, İnsancıklar, Kumarbaz, Ecinniler romanlarından birkaçıdır.
Goncourt Kardeşler: Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-870) isimli kardeş Fransız yazarları. Ortak eserleri: Manette Salomon, Journal, Renee Mauperin, Germinie Lacerteux, Madame Gervaisais.
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Ünlü Rus yazarı. Önemli eserleri; Harp ve Sulh, Anna Karanina, Ölümden Sonra Dirilme, İvan İlyiç'in Ölümü (roman), Yaşayan Ölü, Karanlığın Kudreti'd'r (tiyatro).
Marc Twain (1835-1910): Amerikan yazarı. Seyahat, otobiyografi, hikaye ve roman tülerinde eserler veren Tvvain'in belli başlı eserleri; Tom Savvyer'in Maceraları, Mississippi'de Hayat, Huckleberry Finn'in Maceraları'dır.
Alpnonse Daudet (1840-1897): Fransız realist ve natüalist yazarı. Eserleri: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikayeleri (hikaye), Taraskonlu Tartaren, Jack, Sapho (roman).
Guy de Maupassant (1850-1893): Adı natüalistler içinde de zikredilen Fransız hikaye ve romancısı. Üç yüzün üzerinde hikaye (Tombalak, Ayışığı, Küçük Roque) ve Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı isimli üç roman kaleme almıştır.
Paul Bourget (1852-1935): Psikolojik romanın güçlü isimlerinden Fransız yazarı. Eserleri: Çağdaş Ruhbilim Denemeleri, Yeni Çağdaş Ruhbilim Denemeleri, Bir Kadının Yalanları, Mavi Düşes, Çömez, Cruelle Enigme, L'Etape, Cosmopolis.
Daniel Defoe (1659-1731): İngiliz yazarı. Eserleri: Robinson Crusoe, Memories of a Cavalier, Colonel Jacque, Moli Flanders, Roxano.
Anton Çehov (1860-1904): Hikaye tüüne yeni bir tarz kazandırmış Rus yazarı. Belli başlı eserleri; Hikayeler (hikaye), Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne Ba/ıçes/'dir (tiyatro).
Maksim Gorki (1868-1936): Rus yazarı. Eserleri: Ana, Üç Kişi, Artamanovların İşi, Klim Samgin'in Hayatı (roman), Tecrübeler ve Hikayeler, Hikayeler (hikaye), Ayaktakımı Arasında (tiyatro).
Ernest Hemingway ((1899-1961): Nobel edebiyat ödülü sahibi Amerikan yazarı. Silahlara Veda, Çanlar Kimin için Çalıyor, ihtiyar Balıkçı ve deniz, Klimanjaro'nun Karları, Güneş Yine Doğar önemli romanlarıdır.
John Steinbeck (1902-1966): Modern Amerikan edebiyatının yazarlarındandır. Hikaye ve roman tülerinde eserler veren yazarın önemli romanları; Altın Kupa, Cennet Çayırları, Kenar Mahalle, Fareler ve insanlar, Gazap Üzümleri, Sardalya Sokağı, Ay Battı, Aşk Otobüsü, Cennet Yolu, İnci�dir.
Honore de Balzac (1799-1850): Dünya roman türünün en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Fransız yazarı. İnsanlık Komedyası ana başlığı altında topladığı romanlarından birkaçı; Eugenie Grandet, Goriot Baba, Vadideki Zambakt.
Prosper Merime (1803-1870): Fransız hikaye ve roman yazarı. Eserleri: Colomba, Carmen, Matteo Faicone, Tamango (hikaye), Chronique du regne de Charles IX (roman).
Nikolay Gogol (1809-1852): Roman, hikaye ve tiyatro tülerinde eserler veren Rus yazarı. Önemli eserleri; Dikkanka Yakınındaki Çiftlikte Akşamlar, Mirgorod Hikayeleri, Petesburg Hikayeleri (hikaye), Ölü Canlar (roman), Müfettiş, Bir Evlenme, Kumarcılar'ü (tiyatro).
Charles Dickens (1812-1870): İngiliz yazarı. Pickvvick'in Kağıtları, Oliver Twist, Antika Dükkanı, David Copperfield, Büyük Ümitler önemli romanlarıdır.
Theodor Storm (1817-1888); Alman şair ve yazarı. Eserleri: Gedichte, immense, Camın Altında, Eine Malerarbeit, Ekennof.
İvan Turgenyev (1818-1883): Rus yazarı. Önemli eserleri; Bir Avcının Notları (hikaye), Rudin, Bir Asilzade Yuvası, Babalar ve Çocuklar (roman), Köyde Bir Ay, Taşralı Kadın'üf (tiyatro).
George Eliot (1819-1880): İngiliz yazarı. Eserleri: Rahip Hayatından Sahneler, Silas Marner.
Gustave Flaubert (1821-1880): Realizmin kurucusu ve en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Fransız yazarı. Sağlam üslubu ile tanınan yazarın önemli eserleri; Madam Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim ve Üç Hikaye'd'r.
Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881): Dünya ve Rus romanının en büyük yazarlarından birisi. Ölü Bir Evden Anılar, Suç ve Ceza, Budala, Karamazof Kardeşler, İnsancıklar, Kumarbaz, Ecinniler romanlarından birkaçıdır.
Goncourt Kardeşler: Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-870) isimli kardeş Fransız yazarları. Ortak eserleri: Manette Salomon, Journal, Renee Mauperin, Germinie Lacerteux, Madame Gervaisais.
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Ünlü Rus yazarı. Önemli eserleri; Harp ve Sulh, Anna Karanina, Ölümden Sonra Dirilme, İvan İlyiç'in Ölümü (roman), Yaşayan Ölü, Karanlığın Kudreti'd'r (tiyatro).
Marc Twain (1835-1910): Amerikan yazarı. Seyahat, otobiyografi, hikaye ve roman tülerinde eserler veren Tvvain'in belli başlı eserleri; Tom Savvyer'in Maceraları, Mississippi'de Hayat, Huckleberry Finn'in Maceraları'dır.
Alpnonse Daudet (1840-1897): Fransız realist ve natüalist yazarı. Eserleri: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikayeleri (hikaye), Taraskonlu Tartaren, Jack, Sapho (roman).
Guy de Maupassant (1850-1893): Adı natüalistler içinde de zikredilen Fransız hikaye ve romancısı. Üç yüzün üzerinde hikaye (Tombalak, Ayışığı, Küçük Roque) ve Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı isimli üç roman kaleme almıştır.
Paul Bourget (1852-1935): Psikolojik romanın güçlü isimlerinden Fransız yazarı. Eserleri: Çağdaş Ruhbilim Denemeleri, Yeni Çağdaş Ruhbilim Denemeleri, Bir Kadının Yalanları, Mavi Düşes, Çömez, Cruelle Enigme, L'Etape, Cosmopolis.
Daniel Defoe (1659-1731): İngiliz yazarı. Eserleri: Robinson Crusoe, Memories of a Cavalier, Colonel Jacque, Moli Flanders, Roxano.
Anton Çehov (1860-1904): Hikaye tüüne yeni bir tarz kazandırmış Rus yazarı. Belli başlı eserleri; Hikayeler (hikaye), Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne Ba/ıçes/'dir (tiyatro).
Maksim Gorki (1868-1936): Rus yazarı. Eserleri: Ana, Üç Kişi, Artamanovların İşi, Klim Samgin'in Hayatı (roman), Tecrübeler ve Hikayeler, Hikayeler (hikaye), Ayaktakımı Arasında (tiyatro).
Ernest Hemingway ((1899-1961): Nobel edebiyat ödülü sahibi Amerikan yazarı. Silahlara Veda, Çanlar Kimin için Çalıyor, ihtiyar Balıkçı ve deniz, Klimanjaro'nun Karları, Güneş Yine Doğar önemli romanlarıdır.
John Steinbeck (1902-1966): Modern Amerikan edebiyatının yazarlarındandır. Hikaye ve roman tülerinde eserler veren yazarın önemli romanları; Altın Kupa, Cennet Çayırları, Kenar Mahalle, Fareler ve insanlar, Gazap Üzümleri, Sardalya Sokağı, Ay Battı, Aşk Otobüsü, Cennet Yolu, İnci�dir.
17 Ekim 2010 Pazar
DOSTOYEVSKİ
Tam ismi Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'dir. Babası bir ordu cerrahı, annesi bir tüccarın kızıydı. Annesini 15 yaşında kaybetti. 1837'de girdiği Petersburg Askeri Mühendis Okulu’nu bitirdi. Öğrencilik yıllarını Rus ve Avrupa edebiyatının önde gelen yazarlarının eserlerini okuyarak geçirdi. Kısa bir süre askerlik yaptıktan sonra ayrılıp edebiyatla uğraşmaya başladı. 1846'da İnsancıklar adlı ilk kitabını yazdı. 1854'te basılan bu roman ilk Rus toplumsal romanı sayılır .
Politikayla ilgilenmeye başladı genç liberallere katıldı. Çar 1. Aleksandr'ın güvenlik güçleri tarafından, "devleti yıkmaya çalıştığı" suçlamasıyla arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. İdama mahkum edildiler. Kendisinin kurşuna dizilmesi hazırlıklarını izlemek onda derin etkiler bıraktı. Kendinden önce sıraya dizilen beş kişi kurşuna dizildi ancak kendisiyle beraber diğer dört kişi idamdan son anda kurtuldu. Sibirya’da 4 yıl ağır hapse ve 4 yıl askerlik yapmaya mahkûm edildi.Rus halkını daha yakından tanıma fırsatı buldu. Ancak zor koşullar nedeniyle sara nöbetleri geçirmeye başladı. Bu rahatsızlığın etkileri de birçok eserine yansıdı. .
1872 yılında yayımladığı Ecinniler adlı romanı birçokları tarafından tüm zamanların en iyi siyasi romanı olarak kabul edilir. Kitap nihilizm, ateizm ve Batı düşüncesinin Rusya üzerindeki etkilerini ele alır. En büyük romanı Karamazov Kardeşleri yazmaya 1879'da başladı. Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi'nin edebiyat bölümüne seçildi. Yaşamının son döneminde Petersburg yakınlarında küçük bir kasaba olan Staraya Russa'da yaşadı. 9 Şubat 1881'de burada yaşamını yitirdi. Günümüzde de en çok okunan yazarlar arasında yer alır.
Eserlerinin içeriği ve etkisi
Eserlerinde iki dünya savaşı arasında yaşayan bir kuşağı rahatsız eden ahlaksal, dinsel, siyasal konuları etkileyici bir dil ve ustalıkla dile getirmiştir. Roman kahramanları genellikle kötü yaşam koşullarında yaşayan insanlardır. Bu roman kişileri birbirinden farklı uç düşüncelerle zamanın Rusya'sını politik , sosyal ve ruhsal analizler yoluyla incelerler. Gözlemlerinin keskinliği, ayrıntılara verdiği önem, karmakarışık yaşamından çıkardığı sağlam karakterleri ve roman kurgulamadaki ustalığıyla Avrupa'da ve ülkesinde kendisinden sonra gelen hemen tüm yazarlar üzerinde etkili oldu. Bunlar arasında Alman Edebiyatının önde gelen yazarlarından Hermann Hesse, Franz Kafka, Alman filozof Friedrich Nietzsche, Fransız yazar Marcel Proust ve Amerikalı yazar Ernest Hemingway yer alır. 20. yy yazarları arasında Dostoyevski kadar etkileri çok genis alanlara yayılmıs baska bir yazar yoktur ( çok az Dostoyevski karşıtı vardır : Vladimir Nabokov, Henry James, Joseph Conrad ve D.H Lawrence bunlar arasındadır). Batılı ülkelerin edebiyat ve düşünce yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Birçok aydın kendisini Varoluşçuluk akımının temel kaynaklarından (yalnızca başı)
Eserleri
Roman
* İnsancıklar (1846)
* Öteki (1846, 1978)
* Ev Sahibesi (1951, 1970)
* Beyaz Geceler (1934, 1983)
* Bir Yufka Yürekli (1957, 1985)
* Netoçka Neznanova (1937, 1964)
* Stepançikovo Köyü (1948, 1973)
* Ölüler Evinden Anılar (1946, 1969)
* Ezilenler (1957, 1982)
* Yeraltından Notlar (1973, 1985)
* Suç ve Ceza (1945, [[1984]..Tam çıkış Tarihi 1966)
* Kumarbaz (1941, 1986)
* Budala (1941, 1985)
* Ebedi Koca (1955, 1984)
* Ecinniler (1960, 1984)
* Delikanlı (1946, 1985)
* Karamazov Kardeşler (1880)
* Başkasının Karısı
* Tatsız Bir Olay
Politikayla ilgilenmeye başladı genç liberallere katıldı. Çar 1. Aleksandr'ın güvenlik güçleri tarafından, "devleti yıkmaya çalıştığı" suçlamasıyla arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. İdama mahkum edildiler. Kendisinin kurşuna dizilmesi hazırlıklarını izlemek onda derin etkiler bıraktı. Kendinden önce sıraya dizilen beş kişi kurşuna dizildi ancak kendisiyle beraber diğer dört kişi idamdan son anda kurtuldu. Sibirya’da 4 yıl ağır hapse ve 4 yıl askerlik yapmaya mahkûm edildi.Rus halkını daha yakından tanıma fırsatı buldu. Ancak zor koşullar nedeniyle sara nöbetleri geçirmeye başladı. Bu rahatsızlığın etkileri de birçok eserine yansıdı. .
1872 yılında yayımladığı Ecinniler adlı romanı birçokları tarafından tüm zamanların en iyi siyasi romanı olarak kabul edilir. Kitap nihilizm, ateizm ve Batı düşüncesinin Rusya üzerindeki etkilerini ele alır. En büyük romanı Karamazov Kardeşleri yazmaya 1879'da başladı. Petersburg Bilim ve Sanat Akademisi'nin edebiyat bölümüne seçildi. Yaşamının son döneminde Petersburg yakınlarında küçük bir kasaba olan Staraya Russa'da yaşadı. 9 Şubat 1881'de burada yaşamını yitirdi. Günümüzde de en çok okunan yazarlar arasında yer alır.
Eserlerinin içeriği ve etkisi
Eserlerinde iki dünya savaşı arasında yaşayan bir kuşağı rahatsız eden ahlaksal, dinsel, siyasal konuları etkileyici bir dil ve ustalıkla dile getirmiştir. Roman kahramanları genellikle kötü yaşam koşullarında yaşayan insanlardır. Bu roman kişileri birbirinden farklı uç düşüncelerle zamanın Rusya'sını politik , sosyal ve ruhsal analizler yoluyla incelerler. Gözlemlerinin keskinliği, ayrıntılara verdiği önem, karmakarışık yaşamından çıkardığı sağlam karakterleri ve roman kurgulamadaki ustalığıyla Avrupa'da ve ülkesinde kendisinden sonra gelen hemen tüm yazarlar üzerinde etkili oldu. Bunlar arasında Alman Edebiyatının önde gelen yazarlarından Hermann Hesse, Franz Kafka, Alman filozof Friedrich Nietzsche, Fransız yazar Marcel Proust ve Amerikalı yazar Ernest Hemingway yer alır. 20. yy yazarları arasında Dostoyevski kadar etkileri çok genis alanlara yayılmıs baska bir yazar yoktur ( çok az Dostoyevski karşıtı vardır : Vladimir Nabokov, Henry James, Joseph Conrad ve D.H Lawrence bunlar arasındadır). Batılı ülkelerin edebiyat ve düşünce yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Birçok aydın kendisini Varoluşçuluk akımının temel kaynaklarından (yalnızca başı)
Eserleri
Roman
* İnsancıklar (1846)
* Öteki (1846, 1978)
* Ev Sahibesi (1951, 1970)
* Beyaz Geceler (1934, 1983)
* Bir Yufka Yürekli (1957, 1985)
* Netoçka Neznanova (1937, 1964)
* Stepançikovo Köyü (1948, 1973)
* Ölüler Evinden Anılar (1946, 1969)
* Ezilenler (1957, 1982)
* Yeraltından Notlar (1973, 1985)
* Suç ve Ceza (1945, [[1984]..Tam çıkış Tarihi 1966)
* Kumarbaz (1941, 1986)
* Budala (1941, 1985)
* Ebedi Koca (1955, 1984)
* Ecinniler (1960, 1984)
* Delikanlı (1946, 1985)
* Karamazov Kardeşler (1880)
* Başkasının Karısı
* Tatsız Bir Olay
SEVGİ
Kendi kanımıdan kan katmadığımız, sevgiyle donatmadığımız, uğrunda özverileri, ortak acıları üstlenmediğimiz, savaşımlara katlanmadığımız hiçbir ilişkinin, hiçbir dostluğun, hiçbir duygunun bize sadakat göstermediğini ve güvenilir nitelik taşımadığını her birimiz kendi günlük hayatımızda öteden beri yaşar, bilir. Birine gönlünü kaptırmanın ne kadar kolay, gerçekten sevmenin ise ne kadar zor olduğunu bilmeyen ve yaşamayan yoktur. Bütün gerçek değerler gibi sevgi de satın alınamaz. Satın alınabilen hazlar vardır, satın alınabilen sevgiyse hayır.
Hermann Hesse
Hermann Hesse
YABANCI BİR GEZEGENDEN TUHAF HABERLER
'İşte çevrende hışırdıyor dalga; ve sen dalgasın; orman; ve sen ormansın, iç ve dış diye iki ayrı şey yok artık, kuşsun ve uçuyorsun havada, balıksın ve yüzüyorsun denizde, ışığı emiyorsun; ışıksın, karanlığın hazzına varıyorsun ve karanlıksın. Yollara vuruyoruz, ey ruh, sularda yüzüyor, havalarda uçuyoruz, gülümsüyor ve narin ruhsal parmaklarımızla kopmuş iplikleri yeniden birbirine bağlıyoruz, yok edilmiş titreşimleri mutluluk içinde diriltip sürdürüyoruz yeniden. Tanrıyı aramıyoruz artık, Tanrı oluyoruz. Öldürüyor, birlikte ölüyoruz; yaratıyor, düşlerimizle yeniden diriliyoruz, en güzel düşümüz mavi gökyüzüdür, en güzel düşümüz denizdir ve balıktır en güzel düşümüz, neşe saçan aydınlık sestir, neşe saçan parlak ışık - hepsi de düşümüzdür bizim, hepsi de bizim en güzel düşümüz. Az önce öldük ve toprak olduk. Az önce gülmeyi keşfettik. Az önce gökyüzüne bir burç kondurduk. Çın çın sesler geliyor ve her ses annenin sesidir. Ağaçlar hışırdıyor ve her biri beşiğimizin üstünde hışırdadı. Yollar yıldız biçiminde ayrılıyor birbirlerinden ve her yol bizi sılaya götürüyor.'
Hermann Hesse
Hermann Hesse
HERMANN HESSE
Hermann Hesse 1877’de Almanya’nın Calw kasabasında doğdu. Eğitim sistemindeki kısıtlamalara ve misyoner babasının dinsel baskılarına direnerek Maulbronn İlahiyat Okulu’ndan ayrıldı. . Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İsviçre’ye yerleşerek Alman militarizmi ve milliyetçiliğini yeren yazılar yazdı. Savaş tutsakları ve gözaltına alınanlar için bir dergi çıkardı. 1923’te İsviçre uyruğuna geçti. Savaş ortamının ve kişisel sorunlarının etkisiyle ağır bir bunalım geçiren Hesse, Jung’un öğrencisi Lang’dan psikanaliz tedavisi gördü. Lang ile dostluğu Hesse’nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek iç dünyasını zenginleştirdi. 1911’de Hindistan’a yaptığı yolculuk Doğu kültüründen etkilenmesine yol açtı. Yapıtlarında, kişinin uygarlığın yerleşik kalıplarından kurtularak özbenliğini bulmaya çalışmasını işledi, insanları kendi yaşamlarını kurtarmaya çağırdı ve Doğu gizemciliğini yüceltti. Hesse, Doğu kültürüne yakınlığıyla, özellikle 1960’larda Amerika’da canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımları sırasında en çok okunan yazarlar arasına girdi. Romanları, öyküleri, denemeleri, şiirleri, politik makaleleri ve kültür alanındaki eleştirel yazılarıyla tüm dünyada 100 milyonu aşkın okura ulaşan, 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Hesse, 1962’de İsviçre’nin Montagnola kasabasında öldü. Başlıca yapıtları: Peter Camenzind (Afa, 1992), Unterm Rad (Çarklar Arasında; Afa, 1990), Gertrud (YKY, 2003), Rosshalde (Afa, 1993), Demian (İlk Gençlik Yıllarım; Say, 1984), Siddharta (Sidarta; E Yay., 1972), Der Steppenwolf (Bozkırkurdu; YKY, 2003), Narziss und Goldmund (Narziss ve Goldmund; YKY, 2002), Das Glasperlenspiel (Boncuk Oyunu; YKY, 2002). YKY'deki Kitapları Boncuk Oyunu Bozkırkurdu Gertrud Klingsor’un Son Yazı Knulp Narziss ve Goldmund Rosshalde
16 Ekim 2010 Cumartesi
HEMİNGWAY'IN BİR HİKAYESİNDEN ÇAĞRIŞIMLARLA
Kadın ve adam oturuyorlardı Uzakta beyaz dağlar vardı Gara girmek üzereyken Barselona-Madrid treni
Kadın üzgündü, üzgündü, üzgündüAdam düşündü, düşündü, düşündü Aşkımız bitmesin isterim dedi
Biralar içildi ve başka içkiler Kadın ve adam kederliydiler Ne birleşiyor, ne ayrılıyor elleri
Neden, neden sönüp gider bir aşkAcının silinmez tortusunu bırakarak Onulmazca inciterek yürekleri
Kadın daha gerçek bir acıyla yaralıydı belki de Tasalı bir sevecenlikle baktı erkeğine Gözyaşları içinde gülümsedi
Kadın ve adam oturuyorlardı Aralarında bir masa vardı Ve hüznün aşılmaz engelleri
Ataol BEHRAMOĞLU
Kadın üzgündü, üzgündü, üzgündüAdam düşündü, düşündü, düşündü Aşkımız bitmesin isterim dedi
Biralar içildi ve başka içkiler Kadın ve adam kederliydiler Ne birleşiyor, ne ayrılıyor elleri
Neden, neden sönüp gider bir aşkAcının silinmez tortusunu bırakarak Onulmazca inciterek yürekleri
Kadın daha gerçek bir acıyla yaralıydı belki de Tasalı bir sevecenlikle baktı erkeğine Gözyaşları içinde gülümsedi
Kadın ve adam oturuyorlardı Aralarında bir masa vardı Ve hüznün aşılmaz engelleri
Ataol BEHRAMOĞLU
bir sevgi türküsü
Akşam soğan kavrulan evlerdeYoksul bir çorbayı ateşe koymadan önceSon geleni bekler gibi seni beklemekBir yudum alır gibi bir kadeh buzlu rakıdanÇocuk annesine güvenir gibiSonu belirsiz bir yolculuğa çıkar gibiHiçbir şey olmuyormuş gibi sevmek seni
Hiçbir yalanda, hiçbir kandırmada payı olmamakHiçbir kaygının peşinde küçültmemek kendiniBir yaz sabahında balkondan nasıl bakarsaDışarıya salınmamış çocuklarBiraz özlemle ve biraz sevinçleNasıl bakarsa o çocuklar sokağaSenin yolunu hiç yılmadan gözlemekBenim için ölümsüzlükle birdir
Hep yüzünde kalmalı bu gülüşBu seni çağlara direnecek bir yontuyaDöndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzündeHep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısınBu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan
Afşar Timuçin
Hiçbir yalanda, hiçbir kandırmada payı olmamakHiçbir kaygının peşinde küçültmemek kendiniBir yaz sabahında balkondan nasıl bakarsaDışarıya salınmamış çocuklarBiraz özlemle ve biraz sevinçleNasıl bakarsa o çocuklar sokağaSenin yolunu hiç yılmadan gözlemekBenim için ölümsüzlükle birdir
Hep yüzünde kalmalı bu gülüşBu seni çağlara direnecek bir yontuyaDöndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzündeHep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısınBu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan
Afşar Timuçin
güvercin uyur mu
"Güvercinim Uyur mu, Çağırsam Uyanır mı?"
Sömürgen cami güvercinleri sizin olsun O doyumsuz lapacı güvercinler Kurşun buğusu güvercinleri severim ben Kanat uçları çelik yeşili
Kuş dediğin piyerlotisiz yaşamalı Adaksız avlusuz şadırvansız Buluttan süzmeli suyunu Kuşçular çarşısında tüy dökmemeli
Benim güvercinim tunç gagalı Kimlerin bakışı kardeşçedir Kimlerin bakışı düşmanca Kendisi hangi kavganın güvercinidir bilir
Tüneyip acımanın saçaklarına Miskin sevilerle bitlenmez Kanadından çok pençesine güvenir
Barış taklaları süzülmeler Gagalarda zeytin dalı Perendeler maviliklerde Tüm gösteriler resimlerde kalmalı
Güvercin dediğin uyanık olmalı Tüyler duman duman öfkeden Yanıp tutuşmalı gözbebekleri Sevgiden tıpır tıpır bir yürek Özgürlüğünce dövüşken
Rıfat Ilgaz
Sömürgen cami güvercinleri sizin olsun O doyumsuz lapacı güvercinler Kurşun buğusu güvercinleri severim ben Kanat uçları çelik yeşili
Kuş dediğin piyerlotisiz yaşamalı Adaksız avlusuz şadırvansız Buluttan süzmeli suyunu Kuşçular çarşısında tüy dökmemeli
Benim güvercinim tunç gagalı Kimlerin bakışı kardeşçedir Kimlerin bakışı düşmanca Kendisi hangi kavganın güvercinidir bilir
Tüneyip acımanın saçaklarına Miskin sevilerle bitlenmez Kanadından çok pençesine güvenir
Barış taklaları süzülmeler Gagalarda zeytin dalı Perendeler maviliklerde Tüm gösteriler resimlerde kalmalı
Güvercin dediğin uyanık olmalı Tüyler duman duman öfkeden Yanıp tutuşmalı gözbebekleri Sevgiden tıpır tıpır bir yürek Özgürlüğünce dövüşken
Rıfat Ilgaz
Sibertenik
üç kere üç dokuz eder
bilirsin
birin karesi birdir
...kare kökü de
bilirsin
"mutlu aşk yoktur"
bilirsin
ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur
Turgut Uyar
bilirsin
birin karesi birdir
...kare kökü de
bilirsin
"mutlu aşk yoktur"
bilirsin
ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur
Turgut Uyar
15 Ekim 2010 Cuma
BİR ALMAN ANASININ AĞITI
Bu çizmeleri bendim sana giy diyen, oğlum,
bu haki gömleği bendim sana giy diyen.
Nerden bilecektim bu kara günleri göreceğimi,
bilseydim, giydirmem, derdim, giydirmem,
asın beni, derdim, daha iyi.
Elini görürdüm hani ben senin, oğlum,
"Hayl Hitler!" diyerek kaldırdığın elini,
Hitler' i selamladın diye, nerden bilecektim,
kuruyacağını bir gün elinin.
Duyardım, oğlum, söz ettiğini senin
üstün bir ırktan.
Nasıl varacaktım farkına, nerden bilecektim, nerden<
celladıymışsın meğer sen kendinin.
Gittiğini görürdüm senin, oğlum,
uygun adımla Hitler' in ardından.
Nerden bilecektim, onu izleyenin
artık bir daha geri dönmeyeceğini.
Bana derdin ki, oğlum, derdin ki:Almanya
gelecek bir gün atnınmaz hale.
Nerden bilecektim, oğlum, bu yerin nerden bilecektim,
küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle.
Haki gömlek vardı her zaman sırtında senin.
Giyme şu gömleği demedim sana, demedim, oğlum.
Bu günleri göreceğimi bilmiyordum, ne yapayım,<
sana o gömleğin kefen olacağını bilmiyordum.
Bertolt BRECHT
bu haki gömleği bendim sana giy diyen.
Nerden bilecektim bu kara günleri göreceğimi,
bilseydim, giydirmem, derdim, giydirmem,
asın beni, derdim, daha iyi.
Elini görürdüm hani ben senin, oğlum,
"Hayl Hitler!" diyerek kaldırdığın elini,
Hitler' i selamladın diye, nerden bilecektim,
kuruyacağını bir gün elinin.
Duyardım, oğlum, söz ettiğini senin
üstün bir ırktan.
Nasıl varacaktım farkına, nerden bilecektim, nerden<
celladıymışsın meğer sen kendinin.
Gittiğini görürdüm senin, oğlum,
uygun adımla Hitler' in ardından.
Nerden bilecektim, onu izleyenin
artık bir daha geri dönmeyeceğini.
Bana derdin ki, oğlum, derdin ki:Almanya
gelecek bir gün atnınmaz hale.
Nerden bilecektim, oğlum, bu yerin nerden bilecektim,
küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle.
Haki gömlek vardı her zaman sırtında senin.
Giyme şu gömleği demedim sana, demedim, oğlum.
Bu günleri göreceğimi bilmiyordum, ne yapayım,<
sana o gömleğin kefen olacağını bilmiyordum.
Bertolt BRECHT
KÜÇÜK BURJUVA
Fazla düşünüp ne olacak?
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Oturalım oturduğumuz yerde.
...İşte mis gibi çorba.
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Şarap hazırsa,
içelim;
Tırnaklarımız uzamışsa,
keselim.
Fazla düşünüp ne olacak?
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Dritero AGOLLI
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Oturalım oturduğumuz yerde.
...İşte mis gibi çorba.
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Şarap hazırsa,
içelim;
Tırnaklarımız uzamışsa,
keselim.
Fazla düşünüp ne olacak?
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Dritero AGOLLI
GOYA
Ben Goya'yım!
Çorak bir tarlaya kuzgunlar gibi süzülen düşman
yuvalarından oydu gözlerimi.
...Ben acıyım!
Ben iniltisiyim
savaşın. 41 karlarında yanmış
şehirlerim ben.
Ben açlığım!
Ben kırılmış boynuyum
çıplak alana çanlar gibi sallanarak asılmış
bir ihtiyar kadının...
Ben Goya'yım!
Ey gazap üzümleri!
Top sesleriyle yürüdüm Batı'ya,
çağrısız konuğun külleriyim ben!
O unutulmaz göğe tabut çivileri gibi
sert yıldızlar çaktım!
Ben Goya'yım!
Andrey VOZNESENSKİ
Çorak bir tarlaya kuzgunlar gibi süzülen düşman
yuvalarından oydu gözlerimi.
...Ben acıyım!
Ben iniltisiyim
savaşın. 41 karlarında yanmış
şehirlerim ben.
Ben açlığım!
Ben kırılmış boynuyum
çıplak alana çanlar gibi sallanarak asılmış
bir ihtiyar kadının...
Ben Goya'yım!
Ey gazap üzümleri!
Top sesleriyle yürüdüm Batı'ya,
çağrısız konuğun külleriyim ben!
O unutulmaz göğe tabut çivileri gibi
sert yıldızlar çaktım!
Ben Goya'yım!
Andrey VOZNESENSKİ
8 Ekim 2010 Cuma
Turan Emeksiz
Bir yürüyüş eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gider loy loy!
Dayan dizlerim dayan!
Ağla gözlerim ağla!
Namlu puşt olmuş, atayağı puşt.
Yine düşman elindeydi vatan
Bir oğul çıktı Malatya'dan:
Anası Yılmaz çağırırdı
Haram süt emmemişti anadan.
Ve Beyazıt derler bir büyük alan
Düşman sarmıştı sağı solu
Düşman çok, cephane yoktu.
Yetişmemişti daha Cemal Paşa kolu
Amandı el aman!
Tank paletleriydi alanda dönen
Kusan namlularda, kalleş ölümcül
Ve vuran ve kıran ve haykıran
Malatyalı şöyle baktı bir
Ana baba günüydü herhal
Her yönde toz duman!
Vay anam vay!
Bu belalı başınan
Kime ne diyem
Kime ne diyem
Nerelere gidem
Ya derdime derman
Ya katlime ferman!
Başı daralınca Yılmaz'ın
Baktı atacak taşı yoktu
Baktı eli durmuş, ayağı durmuştu
Vurulmuştu.
Çıkardı yüreğini kan içinde
Çarptı kötünün kafasına
Hay bu nasıl devran?
28
Nisandı
Yavri
Hey!
Ham
Meyveyi
Kopardılar
Dalından.
Enver Gökçe
Ilgıt ılgıt kan gider loy loy!
Dayan dizlerim dayan!
Ağla gözlerim ağla!
Namlu puşt olmuş, atayağı puşt.
Yine düşman elindeydi vatan
Bir oğul çıktı Malatya'dan:
Anası Yılmaz çağırırdı
Haram süt emmemişti anadan.
Ve Beyazıt derler bir büyük alan
Düşman sarmıştı sağı solu
Düşman çok, cephane yoktu.
Yetişmemişti daha Cemal Paşa kolu
Amandı el aman!
Tank paletleriydi alanda dönen
Kusan namlularda, kalleş ölümcül
Ve vuran ve kıran ve haykıran
Malatyalı şöyle baktı bir
Ana baba günüydü herhal
Her yönde toz duman!
Vay anam vay!
Bu belalı başınan
Kime ne diyem
Kime ne diyem
Nerelere gidem
Ya derdime derman
Ya katlime ferman!
Başı daralınca Yılmaz'ın
Baktı atacak taşı yoktu
Baktı eli durmuş, ayağı durmuştu
Vurulmuştu.
Çıkardı yüreğini kan içinde
Çarptı kötünün kafasına
Hay bu nasıl devran?
28
Nisandı
Yavri
Hey!
Ham
Meyveyi
Kopardılar
Dalından.
Enver Gökçe
Turgut'a
Eylül mezarlıklarından şimdi her gece
ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım
Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül
Herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında
durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.
Anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları
Güz gelince yeniden ölen çekirge, savruk otlar
gizli bir tarihin yarıklarını
doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp
kambur yollarında ceza okullarının
aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız
şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez
yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
Onat Kutlar
ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım
Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül
Herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında
durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.
Anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları
Güz gelince yeniden ölen çekirge, savruk otlar
gizli bir tarihin yarıklarını
doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp
kambur yollarında ceza okullarının
aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız
şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez
yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
Onat Kutlar
7 Ekim 2010 Perşembe
Uyan
Uyan
Hadi uyan
Günışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
...Seher yeline uyup kuşlar tüneğinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin
Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramofona
İşte aşk işte özlem işte savaşmak gücü
Uyan diyor usansana
Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N’olur uyan
Metin Eloğlu
Hadi uyan
Günışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
...Seher yeline uyup kuşlar tüneğinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin
Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramofona
İşte aşk işte özlem işte savaşmak gücü
Uyan diyor usansana
Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N’olur uyan
Metin Eloğlu
Odun
İstanbul'un ortasında bir bahçe
Silme güvercin tavanı
Yeşeren ekinlerin muştusunca
Eylül bitiminin aydınlık günü
Sıcacıktın aşklıydın bence
Sensizlikte bir yoksuldum yavandın
Şuramda saklı o sıcacık ekmeği
Senin doyumluk aşına bandım
Bakmakla doyulmaz çeşniden
Özle...mlerle ışımış bir yüzün vardı
Gayrı çil çil düzen yokluğunda kül kesilir
Bunca ömrüm varlığınla uzardı
Salt sana vergi umudu aşılamak
Dipdiri aklın fikrin yüreğince uluydu
İçin dışın boz ela gümrah gözlerin
Güzeli yeniydi
İstanbul'luydu
Hayatı bölüşürken güleçtik dobra dobraydık
Sana ekli yaşamak elbet içime sindi
Hani yüzümüzü ağartacak günlere teşne
Yoksun çağlar dost çağanlar içiydi
Sen vardın son yaz vardı bitişiğimde
Bambaşka gördüm ülkeyi halkı acunu
Gerçekliğin bacasında kopkoyu tüttün
Gürül gürül yanası ocağımın odunu
Kıvancım sensin ergem sensin bilgim sen
Kuşandıkça beni ben eden kılık
Barışta hürlükle sevdayla gelen
O cayılması ayıp mutluluk.
Metin Eloğlu
Silme güvercin tavanı
Yeşeren ekinlerin muştusunca
Eylül bitiminin aydınlık günü
Sıcacıktın aşklıydın bence
Sensizlikte bir yoksuldum yavandın
Şuramda saklı o sıcacık ekmeği
Senin doyumluk aşına bandım
Bakmakla doyulmaz çeşniden
Özle...mlerle ışımış bir yüzün vardı
Gayrı çil çil düzen yokluğunda kül kesilir
Bunca ömrüm varlığınla uzardı
Salt sana vergi umudu aşılamak
Dipdiri aklın fikrin yüreğince uluydu
İçin dışın boz ela gümrah gözlerin
Güzeli yeniydi
İstanbul'luydu
Hayatı bölüşürken güleçtik dobra dobraydık
Sana ekli yaşamak elbet içime sindi
Hani yüzümüzü ağartacak günlere teşne
Yoksun çağlar dost çağanlar içiydi
Sen vardın son yaz vardı bitişiğimde
Bambaşka gördüm ülkeyi halkı acunu
Gerçekliğin bacasında kopkoyu tüttün
Gürül gürül yanası ocağımın odunu
Kıvancım sensin ergem sensin bilgim sen
Kuşandıkça beni ben eden kılık
Barışta hürlükle sevdayla gelen
O cayılması ayıp mutluluk.
Metin Eloğlu
Kedi Aklı
Bir diyeceğim yoktu hüzünden yana
Yıpranıyordu kötü kadınlarda aşkım pis karanlıklarda
Yetmiyordum yeni insanlara yetişemiyordum
Ölür kalırdım belki de sokak aralarında bir kenarda
Kimin umurunda dedi ama kendimi inandıramadım buna da
Yakışmıyordum eski pencerel...ere yosunlu sulara
Ölür kalırdım belki de sokak aralarında bir kenarda
Uyandırılacak çocuklarım vardı uyuyorlardı uykularında
Çok mu yaşamıştım az mı ölmek hakkım mıydı yıl varken akşamlara
Bu kedi nerden çıktı demeyin kapı aralıktı ben bıraktım da
Okşayacak bir şey ister ellerimiz kendi sıcaklığında
Yıpranıyordu kötü kadınlarda aşkım pis karanlıklarda
Ne iyi etmişim aldım düşündüm kedilerin yarı ak yarı kara aklında
Kedi işte kedi boğuyordu yavruyu engel görünce aşkında
Çekilmemişti denizlerim
Döndüm hırpalanmış geceden dayanıklı aydınlıklara
Ağlanır kedi yavrularına çocuksuz anaların arasında
Bu kedi nerden çıktı demeyin kapı aralıktı ben bıraktım da
Uyandırılacak çocuklarım vardı uyuyorlardı uykularında
Ne iyi etmişim uyur uykularında
Arif Damar
Yıpranıyordu kötü kadınlarda aşkım pis karanlıklarda
Yetmiyordum yeni insanlara yetişemiyordum
Ölür kalırdım belki de sokak aralarında bir kenarda
Kimin umurunda dedi ama kendimi inandıramadım buna da
Yakışmıyordum eski pencerel...ere yosunlu sulara
Ölür kalırdım belki de sokak aralarında bir kenarda
Uyandırılacak çocuklarım vardı uyuyorlardı uykularında
Çok mu yaşamıştım az mı ölmek hakkım mıydı yıl varken akşamlara
Bu kedi nerden çıktı demeyin kapı aralıktı ben bıraktım da
Okşayacak bir şey ister ellerimiz kendi sıcaklığında
Yıpranıyordu kötü kadınlarda aşkım pis karanlıklarda
Ne iyi etmişim aldım düşündüm kedilerin yarı ak yarı kara aklında
Kedi işte kedi boğuyordu yavruyu engel görünce aşkında
Çekilmemişti denizlerim
Döndüm hırpalanmış geceden dayanıklı aydınlıklara
Ağlanır kedi yavrularına çocuksuz anaların arasında
Bu kedi nerden çıktı demeyin kapı aralıktı ben bıraktım da
Uyandırılacak çocuklarım vardı uyuyorlardı uykularında
Ne iyi etmişim uyur uykularında
Arif Damar
Karda Işıltılar
Karda Işıltılar
Gece yağmaya başlayan kardan mı nedir?
Saklamak zorunda olduğum kocaman bir sevinç varmış gibi
Çok güzel şeyler söyleyecekmişim de
Söyleyemiyormuşum gibi dolu dolu yüreğim.
İnsanca bir gülümsemeye rastladım
Hıdrellez günlerinde salıncaklarda sallanan insanların ...
Gönülleri kadar hafif.
Baloncunun peşinden koşan çocuk yüreği gibi sevdalı
Al, yeşil, sarı salonlarımız olsun.
N'olur diyen
Bağlara gidelim
Asma çardaklarda yatalım gecelerde
İsteyen sabahlasın, istediği kitapla
İncir, üzüm, nar, şeftali
Hepsi hepimizin diyen
Sevginin dostluğun, arkadaşlığın dışında
Hiçbir anlama gelmeyen
İnsanca bir gülümsemeye rastladım
Merdivende verdiğin sarı kasımpatıyı unutmadım
Sevdiğim bir şiir kitabına taktım onu
Karıştı çiçeğin şiirlere.
Kolunu boynuma doluyorsun otobüste
Çocuğunu seven bir anne gibi
Yakınlığımız insanlığımızdan geliyor
Ne kadar insanlaşırsak
O kadar arkadaşız.
TURGAY FİŞEKÇİ
Gece yağmaya başlayan kardan mı nedir?
Saklamak zorunda olduğum kocaman bir sevinç varmış gibi
Çok güzel şeyler söyleyecekmişim de
Söyleyemiyormuşum gibi dolu dolu yüreğim.
İnsanca bir gülümsemeye rastladım
Hıdrellez günlerinde salıncaklarda sallanan insanların ...
Gönülleri kadar hafif.
Baloncunun peşinden koşan çocuk yüreği gibi sevdalı
Al, yeşil, sarı salonlarımız olsun.
N'olur diyen
Bağlara gidelim
Asma çardaklarda yatalım gecelerde
İsteyen sabahlasın, istediği kitapla
İncir, üzüm, nar, şeftali
Hepsi hepimizin diyen
Sevginin dostluğun, arkadaşlığın dışında
Hiçbir anlama gelmeyen
İnsanca bir gülümsemeye rastladım
Merdivende verdiğin sarı kasımpatıyı unutmadım
Sevdiğim bir şiir kitabına taktım onu
Karıştı çiçeğin şiirlere.
Kolunu boynuma doluyorsun otobüste
Çocuğunu seven bir anne gibi
Yakınlığımız insanlığımızdan geliyor
Ne kadar insanlaşırsak
O kadar arkadaşız.
TURGAY FİŞEKÇİ
HEİDEGGER'İN FELSEFESİ
Felsefesi Heidegger'in felsefi çalışmalarında hocası Edmund Husserl'in ve fenomenoloji felsefesinin etkileri açıkca görülür. Buna bağlı olarak felsefe-dışı sayılan pek çok kavramı felsefeye taşıdı ve varoluşçu felsefecilerde (örneğin Kierkegaard'ın korku, umutsuzluk, k...aygı vb. kavramlarla yaptığı gibi) görülen tarzda analizlere yöneldi ve bunları derinleştirdi. Kaygı, sıkıntı, merak, ölüm, korku gibi terimleri felsefe düzlemine taşıdı. Fenomenolojiyi Varlık sorunu bağlamında yeniden yorumladı ve kullandı. Heidegger'in Husserl etkisi ile kendine özgü bir var oluşçu felsefe oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Heidegger'ın varoluşçu düşüncesine göre, insan bu dünyaya öylece bırakılmıştır. Bu bırakılmışlık fikri birkaç yönden var oluşçu felsefenin temel argümanlarını sürdürür ve derinleştirir. Var oluşa bırakılmışlığı ile insan kendi varlık'ını oluşturma özgürlüğüne zorunlu olarak bırakılmıştır aslında. Ama başlangıçta, bırakılışın kendisi bir özgürlük yokluğudur -sondaki ölümün kaçınılamazlığı gibi. İnsan, varoluşun ortasına öylece, orada-bir-varlık-olarak (Dasein) atılmıştır. Bu bir tercih ya da seçimin sonucu değildir. Ve insan, bu bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye doğru kurar. Burada zorunlu bir özgürlük deneyimi söz konusudur. İnsan kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumundadır, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Ölüme kadar. Heidegger'in felsefesinde ölüm fikri, bu bakımdan önemli bir yer tutar. İnsan, bırakılmışlığında ölüme yazgılıdır ve var oluşunu buna göre gerçekleştirmelidir. Heidegger ayrıca, genel anlamda söylenecek olursa, teknik'in gelişimiyle birlikte şekillenen dünyanın eleştirisini yapmaya yönelmiştir ve modern dünyada buna karşı düsüncenin görevlerini belirlemeye calışmıştır. " Varlık sorusu ", onun tüm felsefi çalışmalarinin özü ve özetidir. Bu çalışma varlık'ın unutulmusluğuna yapılan bir itirazla başlar ve devam eder. Kant, Hegel ve Husserl'den etkilendiğini belirtmenin yanı sıra, Nietzsche ile girdiği eleştirel ilişkinin de belirtilmesi gerekir. Heidegger, yapısalcılığa benzer ama başka bağlamlarda Dil konusunu felsefeye temel bir kategori olarak sokmuştur. Onun bütün felsefi kategorileri dil dolayımıyla işlerlik kazanır. "Dil Varlık'ın evidir." der Heidegger. Sartre ve Camus başta olmak üzere varoluşçu felsefeciler ve ayrıca yapısalcılık ve varlık felsefesi gibi diğer felsefe akımları da çalışmalarında onunla açık ya da örtük diyalog halinde olmuşlardır. Daha sonra çalışmaları, özellikle dil dolayımlı analizleri ve felsefenin metafizik olarak eleştirisi mantığı, postmodern felsefenin gelişiminde önemli köşe taşları olacaktır.
HEİDEGGER
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozoftur. 26 Eylül 1889'da Baden eyaletinde doğdu. Çocukluğundan itibaren dine ve felsefeye eğilimli biri olarak yetişti. Felsefi çalışmalarıyla olduğu kadar, yaşamı ve çeşitli dönemlerde sergiled...iği politik tutumlarıyla da tartışma konusu oldu. Felsefi yetkinliği ve önemi yadsınamazken politik konumları dolayısıyla sürekli sorunlu bir ilişkinin taşıyıcısı oldu ve bu durum çoğu zaman felsefi çalışmalarının tam olarak değerlendirilmesini gölgeledi. Freiburg Üniversitesi'nde Katolik ilahiyatı ve Hıristiyan felsefesi okudu ve 1914 yılında ilk çalışması ve doktora tezi, "Psikolojide Yargı Kuramı" ile dikkat çekmeye başladı. 1923'te Marburg Üniversitesi'nde profesör oldu. 1927 yılında "Varlık ve Zaman" yayımlandı ve yayımlanışından itibaren yalnızca var oluşçu felsefe açısından değil, 20. yüzyıldaki bir bütün felsefe tartışmaları bağlamında bir şekilde etkili oldu. Heidegger burada, bütün bir Batı Felsefesi geleneğini metafizik olmakla eleştirdi, ki sonrasında post-modern felsefe bu argümanı başka düzlemelerde yeniden değerlendirecektir. 1933 yılından itibaren Naziler 'in iktidara gelmesiyle birlikte Heidegger Nazilere katıldı. Bu dönemde Freiburg Üniversitesinde rektör oldu. Heidegger'in bu dönem boyunca izlediği politika her zaman tartışma konusu olmuş ve onun çalışmalarının değerlendirilmesine gölgeler düşürmüştür. Nazilere katıldığı gerekçesiyle 1945'te üniversiteden uzaklaştırıldı ama sonra 1952'de yeniden üniversiteye dönebildi. Daha sonra yanlış yaptığını söylemesi de üzerine düşen gölgelerin sona ermesini sağlamamıştır, ancak bununla birlikte onun teorik çalışmalarının değeri her zaman kendini buna rağmen korumuş ve felsefe açısından önemli yerini muhafaza etmiştir.
VARLIK VE ZAMAN /HEİDEGGER
VARLIĞIN ÇÖZÜMLENMESİ Kendi varoluşumuzun dolaysız şüphe götürmez şekilde farkındayızdır. O nedenle dye düşünür Heidegger varoluş sorununu ele almanın yolu kendi varoluşumuzun farkına vardığımızda bilincine vardığımız şeyin neliğinin görüngübilimsel bir çözümlemesini ya...pmakla başlar. Varlık Ve Zaman adlı kitabında yaptığı budur. Ağır özenli sistemli neredeyse düşünceli düşünceli yürüyerek varoluşumuzla ilgili bilincimizi oluşturan belli başlı iplikleri tek tek ayırır. Örneğin bilince konu olan bir alan bir tür sahne perde ya da dekor (yani bunun vuku bulabileceği bir dünya) olmasaydı böyle bir bilince kendi varlığımızın bilincine sahip olamayacağımızı gösterir. Dolayısıyla varlığımız doğası gereği “ bu dünyalı”dır. En azından bizim için varlık ile bir tür dünya birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Aynı zamanda şu ya da bu şeyin sürmekte olduğuna dair bir kavrayış olmasaydı yine kendi varoluşumuza dair bir bilincimiz olamazdı. Fakat bu bir zaman boyutu gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla farkında ve bilincinde olduğumuz varoluş doğası gereği zamansaldır. Yine bu zamansallık bilincimize yer etmemiş olsaydı kendi varoluşumuzun farkına varamazdık. Bizi belli bir biçimde en azından asgari düzeyde kaygılandırması gerekir ki onun farkına varalım. Kaygı indirgenemez bir öğedir. Vs. vs. İşe başlarken varlığımızla ilgili bilincimizin daha ileri bir çözümlemeye elvermeyecek kadar dolaysız doğrudan ve saydam bir şey olduğunu varsaymış olabiliriz; ancak Heidegger bunu reddederek varlığımızla ilgili bilincimizin zengin ve derin bir içgörüyle çözümlemesini yapar. Sonuçta şu sonuca vardı: En önemli yönleriyle bizim varlık kipimizin öğeleri geçmiş şimdi ve gelecek zamana karşılık gelen üç yönlü bir yapısı vardır; bu yüzden son tahlilde varlık zamandır ( kitabın adı da budur).
Erdemli insan, yalnızca erdemli olma özelliklerini taşıyıp bunun
bilincinde olan insan değildir; eylemleriyle de sahip olduğu erdemleri
yansıtabilmelidir. Çağımızda, erdemler üzerine konuşulup, erdemli olmaya
ait bilgiler üretilmesine karşın, insanların eylemleri ve sözleri
birbirini tutmamaktadır. Erdemli insan, bilgi...si ile yaptığı, düşüncesi
ile eylemi arasında boşluk olmayan insandır.
bilincinde olan insan değildir; eylemleriyle de sahip olduğu erdemleri
yansıtabilmelidir. Çağımızda, erdemler üzerine konuşulup, erdemli olmaya
ait bilgiler üretilmesine karşın, insanların eylemleri ve sözleri
birbirini tutmamaktadır. Erdemli insan, bilgi...si ile yaptığı, düşüncesi
ile eylemi arasında boşluk olmayan insandır.
Vicdan, insanın kendi davranışlarının ahlâkça değerli olup olmadığına
karar vermesine yardımcı olan bir hakemdir. Bu yeti sayesinde insan,
yapıp ettiklerinin toplumda var olan değerlere uygunluğu açısından
yargıya varır.
... Vicdan yetisi, insanın kendi yapıp ettiklerinin, toplumdaki ahlâki
değerlere uygunluğu açısından iyi veya kötü eylem şeklinde yargıya
varılmasında yardımcı olur. Çünkü “iyi” ve “kötü”, ahlâk davranışlarına
ait yargıyı ifade eder. Vicdan da, iyi ve kötünün değerlendirilmesinde
hakem rolü oynar.
karar vermesine yardımcı olan bir hakemdir. Bu yeti sayesinde insan,
yapıp ettiklerinin toplumda var olan değerlere uygunluğu açısından
yargıya varır.
... Vicdan yetisi, insanın kendi yapıp ettiklerinin, toplumdaki ahlâki
değerlere uygunluğu açısından iyi veya kötü eylem şeklinde yargıya
varılmasında yardımcı olur. Çünkü “iyi” ve “kötü”, ahlâk davranışlarına
ait yargıyı ifade eder. Vicdan da, iyi ve kötünün değerlendirilmesinde
hakem rolü oynar.
Devletin yönetim şekli ister teokratik, ister monarşik, ister oligarşik,
ister demokratik olsun; yalan söylememek, aileyi korumak ve çocukları
eğitmek, zorda kalan kimselere yardım etmek, doğayı sevmek ve korumak
gibi ahlak kuralları hemen hemen her toplumda, her zaman görülür.
...Ahlâk kuralları, yönetim şekillerinden bağımsız olarak her toplumda ve
her zaman görülüyorsa, bu ahlâk kurallarının, her yerde ve her zaman var
olması bakımından “evrensel” olduğunu gösterir.
ister demokratik olsun; yalan söylememek, aileyi korumak ve çocukları
eğitmek, zorda kalan kimselere yardım etmek, doğayı sevmek ve korumak
gibi ahlak kuralları hemen hemen her toplumda, her zaman görülür.
...Ahlâk kuralları, yönetim şekillerinden bağımsız olarak her toplumda ve
her zaman görülüyorsa, bu ahlâk kurallarının, her yerde ve her zaman var
olması bakımından “evrensel” olduğunu gösterir.
ahlak felsefesi
ahlak felsefesi
Ahlak Felsefesinin konusu insanın hareketleri,yapıp etmeleridir. İnsanın yalnızca iradeli hareketleri ahlak felsefesinin konusudur. Ethik: İnsanın ahlaksal davranışları ile ilgili sorunları ele alan felsefe dalıdır. AHLAK FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI İYİ:İnsanın yapm...ası gereken davranışlardır.Ahlakça değerli olandır. KÖTÜ:İnsanın yapmaması gereken davranışlardır. ÖZGÜRLÜK:İrade ile “iyi” ve “kötü” davranışlardan birisini seçme gücüdür. ERDEM (FAZİLET):İyi olana yönelmedir. SORUMLULUK:İnsanın kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. VİCDAN:Tutum ve eylemlerimizin ahlakça değerli olup olmadığını yargılama bilincidir.Bir çeşit iç mahkemedir. AHLAK YASASI:uyulması ahlak açısından gereken,genel-geçer kurallardır. AHLAKİ KARAR:Ahlak kurallarına özgürce uymaktır. AHLAKİ EYLEM:Ahlaka uygun davranışı gerçekleştirmedir.Ahlaka uygun eylem davranış olarak dışa yansır.Eylemin dışa yansımayan yönü ise tutumdur. ÖRNEK:Derse geç gelen öğrencinin öğretmene gerekçeyi belirtirken doğruyu söylemesi “İYİ”, yalan söylemesi “KÖTÜ”, bu davranışlardan birini seçmesi “ÖZGÜRLÜK”, Doğru söylemeyi seçmesi “ERDEM” dir.
Ahlak Felsefesinin konusu insanın hareketleri,yapıp etmeleridir. İnsanın yalnızca iradeli hareketleri ahlak felsefesinin konusudur. Ethik: İnsanın ahlaksal davranışları ile ilgili sorunları ele alan felsefe dalıdır. AHLAK FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI İYİ:İnsanın yapm...ası gereken davranışlardır.Ahlakça değerli olandır. KÖTÜ:İnsanın yapmaması gereken davranışlardır. ÖZGÜRLÜK:İrade ile “iyi” ve “kötü” davranışlardan birisini seçme gücüdür. ERDEM (FAZİLET):İyi olana yönelmedir. SORUMLULUK:İnsanın kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. VİCDAN:Tutum ve eylemlerimizin ahlakça değerli olup olmadığını yargılama bilincidir.Bir çeşit iç mahkemedir. AHLAK YASASI:uyulması ahlak açısından gereken,genel-geçer kurallardır. AHLAKİ KARAR:Ahlak kurallarına özgürce uymaktır. AHLAKİ EYLEM:Ahlaka uygun davranışı gerçekleştirmedir.Ahlaka uygun eylem davranış olarak dışa yansır.Eylemin dışa yansımayan yönü ise tutumdur. ÖRNEK:Derse geç gelen öğrencinin öğretmene gerekçeyi belirtirken doğruyu söylemesi “İYİ”, yalan söylemesi “KÖTÜ”, bu davranışlardan birini seçmesi “ÖZGÜRLÜK”, Doğru söylemeyi seçmesi “ERDEM” dir.
Ontoloji Açısından Varlık
B. Ontoloji Açısından Varlık 1. Varlığın Var Olup Olmadığı Problemi Varlığın var olup olmadığı ontolojinin temel problemlerinden biridir. Bu probleme ilişkin görüşler iki ana başlık altında toplanır: Varlığın var olmadığını ve varlığın var olduğunu kabul eden görüşler.... * Nihilizm : Kendisinden kuşku duyulamayan hiçbir şeyin olmadığını öne süren ve maddesel gerçekliğin varlığını reddeden bir görüştür. En önemli temsilcileri Gorgias ve Friedrich Nietzsche' dir. * Taoculuk : Dış dünyadaki varlıklar var olmasalar bile gerçekten var olan bir varlıktan söz edilebilir. Bu Tao'dur. Tao, evrenin düzenidir; bütün olayların kendisinden çıktığı "sonsuz öz" dür. Gerçek tüm çeşitliliğine rağmen tektir. Olaylar dış görünüşlerden başka bir şey değildir, her şey görecelidir, aldatıcı dünya varlıktan yoksundur. Taoculuğun kurucusu Lao Tse'dir. * Realizm : Dış dünyanın gerçekten var olduğunu ileri süren öğretidir. Bu öğretiye göre dış dünya bizden bağımsız ve nesnel olarak vardır. 2. Varlığın Ne Olduğu Problemi Varlığı var olarak kabul eden görüşler, varlığın ne olarak var olduğu problemi üzerinde faklı görüşlere ayrılmışlardır. a) Varlığı oluş olarak kabul edenler : İlkçağ felsefesinde evrenin sürekli bir değişim, akış ve oluş halinde olduğunu ileri süren ilk düşünür Herakleitos (M.Ö. 540-480)'tur. Ona göre evrenin ana maddesi ateştir. Ateşten oluşan her şey yine ateşe dönecek, ama ateş yeniden her şeyi yaratacaktır. Evrende durağan hiçbir şey yoktur. Her şey sürekli bir değişim, oluş içindedir.Doğa gibi insanın kendisi de bedeni ve ruhuyla sürekli bir değişim halindedir. Herakleitos'a göre evren, boyuna akan, durmadan değişen dönüşümlü olarak yok olup yeniden ortaya çıkan bir süreç bir oluştur. Varlığı oluş olarak kabul eden filozoflardan biri de Alfred N. Whitehead (1861-1947)'dir. Ona göre evrende mekanik bir düzenin olduğu görüşü yanlıştır. Evren sürekli bir oluş içindedir. Bu oluşta her şey birbirine bağımlıdır. Her varlık, var olmak için başka bir varlığa muhtaçtır. Whitehead, evrende birbirini tamamlayan karşıt iki güç olduğu görüşündedir. Bu güçlerden biri evrene "yaratıcılık" diğeri "süreklilik olanağı verir. Böylece evren, canlı bir oluş olarak varlığını sürdürür. Whitehead bu görüşünü şöyle dile getirir: "Evrenin akıp geçmekte oluşundan başka bir temel doğru yoktur." b) Varlığı idea olarak kabul edenler : Varlığın ilk ve en önemli ögesinin idea olduğunu öne felsefi öğretiye idealizm denir. Varlığı idea kabul eden filozoflardan Platon, Aristoteles, Farabi ve Hegel'dir. * Platon (M.Ö. 427-347) : İdealizm kurucusudur. Platon, varlık sorununu gerçek varlığın bir ve değişmez olduğunu ileri süren Parmenides'in görüşleriyle Herakleitos'un oluş felsefesini birleştirerek çözmeye çalışmıştır. Platon'a göre birbirinden tamamen farklı iki dünya (evren) vardır. Biri nesneler dünyası, diğeri idealar dünyasıdır. Nesneler dünyası sürekli olarak oluşan, değişen ve yok olan objelerin dünyasıdır. İdealar dünyası öncesiz ve sonrasız (ezeli ve ebedi) olan evrendir. Platon'a göre günlük yaşamda görülen her şeyin (iyi, güzel, insan, at, ağaç vb.) bir ideası vardır. Tüm ideaların üstünde yer alan "İyi ideası"dır. * Aristoteles ( M.Ö. 384-322) : Aristoteles de varlığın ilk ve en önemli öğesinin idea olduğu görüşündedir. c) Varlığı Madde Olarak kabul edenler : Varlığın özünü madde olarak kabul eder.İdea cinsinden özlerin ise ancak maddeye bağlı olarak varlığını sürdürdüğünü öne sürer.En Önemli temsilcileri ilk çağ’da Naiv Materyalizmi temsil eden doğa filozofları (Thales,Aneximenes,Aneximandros,Demokritos vb.),Yeni Çağ’da Mekanik materyalizmi temsil eden La Metrie ve günümüzde diyalektik materyalizmi temsil eden K.Marx’tır. d) Varlığı hem madde hem de idea olarak kabul edenler : Descartes tarafından temsil edilen bu yaklaşım idealizmle materyalizmi sentezlemeyi denemiştir. Ona göre varlığın özünde bir değil iki cevher bulunmaktadır: madde ve idea.Bu ikisini birbirinden ayırmak olanaksızdır.Bu yaklaşım iki cevher saptamasında bulunduğu için dualizm(ikicilik) adını alırken diğer yaklaşımlar varlığın özünü tek cevherle açıkladıklarından tekçilik(monizm) adını almışlardır. e) Varlığı fenomen olarak kabul edenler : Varlığı Fenomen kabul etme.Edmund Husserl tarafından temsil edilen bu yaklaşıma öre insan varlığa değerler yükleyerek yaklaştığından onun özüne hiç yaklaşamamaktadır.Varlığın özü değerlerden arındırılmış(ayraç içine alınmış) salt varlığın kendisidir.Buna Husserl “fenomen” adını vermiştir.Kısacası “fenomen” insanın varlığa yüklediği tüm değerliklerin arındırılmasından sonra artakalan özüdür.
Felsefe Açısından Varlık
Geçmişten Günümüze Ontoloji Ontoloji, görünüşlerin arkasında kalan "kendinde varlığı" bir başka deyişle "mutlak olanı" arayan bir felsefe disiplinidir.Varlığı yalnızca varolması açısından yani başka belirtilerini göz önüne almadan kavramaya çalışır. Varlığın bu anla...mda araştırılması Aristoteles'e kadar uzanır. Ancak ontolojiyi bir felsefe disiplini haline getiren Christian Wolff (1679-1754) olmuştur.Wolff'un ontolojisi 18. yüzyılda deneysel bilime dayanan ampirizm ile materyalizmin eleştirileri karşısında tutunamaz duruma gelince Kant, Hegel vs başka bazı 19. yüzyıl filozofları daha kusursuz bir ontoloji geliştirmeye yöneldiler. 20. yüzyılda Yeni Ontoloji akımının kurucusu Nicolai Hartmann bunu devam ettirdi. Nicolai Hartmann öznelciliğe, akıl dışıcılığa, gizemciliğe karşı çıktı. Ontolojiyi deneysel temellere dayandırmaya ve bilimsel bilgilerle bağdaştırmaya çalıştı. Metafizik-Ontoloji varlığın arkasında daima bir şeyler aramıştır. Görünüşteki varlığın arkasındaki "kendinde varlığı", "mutlak olan"ı ortaya koymaya çalışmıştır. Örneğin Aristoteles'te varlığın arkasındaki bu son şey "salt form"dur; Spinoza'da "Tanrı"dır, Kant'ta "temel varlık", Hegel'de "mutlak ruh"tur. Günümüz ontolojisi ise varlığı "en son şey " olarak görmekte ve "görünüş" ile "kendi başına varlığın" bir "birlik" oluşturduğunu kabul etmektedir.
“Bilim ‘var olan’ı o kadar çeşitli alanlara böler ki,
dış görünüşüyle bu alanlar arasında
herhangi bir ilgi görmek olanaksızdır; örneğin zamanımızda fizik,
biyoloji o kadar çok alt alanlara ayrılmışlardır ki, onlar arasındaki
bağı gözden kaçırmak çok kolaydır. Ancak ontoloji bu alt alanları ‘var
...olan’ adı altında tek bir bilginin alanı haline getiriyor ve ‘var
olan’ların arasındaki derin bağı (böylece de bilimler arasındaki sıkı
ilişkiyi) gösterebiliyor.
dış görünüşüyle bu alanlar arasında
herhangi bir ilgi görmek olanaksızdır; örneğin zamanımızda fizik,
biyoloji o kadar çok alt alanlara ayrılmışlardır ki, onlar arasındaki
bağı gözden kaçırmak çok kolaydır. Ancak ontoloji bu alt alanları ‘var
...olan’ adı altında tek bir bilginin alanı haline getiriyor ve ‘var
olan’ların arasındaki derin bağı (böylece de bilimler arasındaki sıkı
ilişkiyi) gösterebiliyor.
Bilgi Felsefesi/doğru-yanlış
Dewey’e göre, insanın bilgi edinme eylemi bir sorunla karşılaştığı anda başlar. Örneğin, ormanda kaybolan bir kişi yolunu bulmak için yoğun bir biçimde düşünmeye başlar. Güneşin ve arazinin durumu, şimdiye kadar yürüdüğü yön gibi verileri hesaba katarak bir çözüm, bir ...bilgi üretir. Eğer ürettiği çözüm ormandan kurtulmasını sağlıyorsa bilgi doğru, sağlamıyorsa yanlıştır. Parçada, bilginin doğru ya da yanlış olması, o bilginin işe yaramasına veya problemi çözmesine bağlanmıştır. Ormanda kaybolan kişinin, ormandan çıkmasını sağlayan bilgi doğru kabul edilmiştir.
Bilgi Felsefesi/doğruluk
Bilgi Felsefesi/doğruluk
Dünyada olup bitenlerin doğru veya yanlış olması söz konusu değildir. Doğruluk düşüncelerin, yargıların, önermelerin bir özelliğidir. Doğruluğun ölçütü de bir tasarının ele aldığı nesneye ne derece uygun olduğudur. Yani bir bilgi ele aldığı gerçeği olduğu gibi yansıt...ıyorsa doğru, yansıtmıyorsa yanlıştır. Bu görüşe göre doğru; Gerçeğe uygun olan, onu kendisinde olduğu gibi yansıtan önermeler doğrudur. “Sokrates rasyonalist bir filozoftur.” yargısının doğruluğu, yargının gerçekte var olan bir şeyi belirtmesine yani Sokrates’in rasyonalist olmasına bağlıdır. Buna göre, düşüncenin gerçekle uyuşması “doğru”yu ifade eder.
Dünyada olup bitenlerin doğru veya yanlış olması söz konusu değildir. Doğruluk düşüncelerin, yargıların, önermelerin bir özelliğidir. Doğruluğun ölçütü de bir tasarının ele aldığı nesneye ne derece uygun olduğudur. Yani bir bilgi ele aldığı gerçeği olduğu gibi yansıt...ıyorsa doğru, yansıtmıyorsa yanlıştır. Bu görüşe göre doğru; Gerçeğe uygun olan, onu kendisinde olduğu gibi yansıtan önermeler doğrudur. “Sokrates rasyonalist bir filozoftur.” yargısının doğruluğu, yargının gerçekte var olan bir şeyi belirtmesine yani Sokrates’in rasyonalist olmasına bağlıdır. Buna göre, düşüncenin gerçekle uyuşması “doğru”yu ifade eder.
19. yüzyılın ilk çeyreği içinde başlayıp süratle gelişen endüstri devrimi sürecini, batılı yazarlar modernite sözcüğüyle adlandırmışlardır. modernite teriminin içerdiği özelliklerin , daha sonra gelen dönemden hangi farklılıklardan dolayı ayrıldığının anlaşılması için 1960 öncesi 160 yıllık toplumsal değişim sürecinin... , çok belirgin özelliklerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
XIX. yüzyılda gerçekçi görüşü yaratan etkenler
XIX. yüzyıla değin düşünürler din ve bilimi, ancak kendilerinin işleyebilicekleri konular arasında sayıyorlardı. ancak bilim artık felsefnin fantezist gerçeğinden ayrılıyor objektif gözlem ile deneyin yarattığı labaratuvar içinde kendi yeni ve gerçek yerini buluyordu. X...VII. ve XVIII. yüzzyıllar, aklın soyut mantığına dayanıyorlardı. XIX. yüzyıl ise deney, teknik ve buluşlar yüzyılı oluyordu. buhar makinesi, elektirk jeneratörü ve röngen ışını gibi eski felsefecinin aklına bile gelmeyen buluşlar, bilimin labaratuvarda bulup geliştirdiği yeniliklerdi. bu nedenle deneyin yarattığı yeni buluş ve teknikler, bu yüzylın felsefesini de etkiliyorlardı. öyle ki gözlem , deney ve teknik, yeni düşünceyi oluşturuyor ve buçağ insanının kafasını çağın geğine göre yeniten biçimlendiriyordu. düşünülerek bulunan çözümelemeler yerine deneye dayanan çözümlemeler, sağlıklı ve isabetli bir düşünme biçimi yaratıyordu. bu gözlem ve deneyler sonunda birey doğadan ayrı bir varlık değil, doğanın parçası olduğunu anlıyor; aklı ile doğaya egemen olma mantığığına ve gücüne ulaşıyordu. bu bakımdan insanoğlu artık eskisi gibi bilimin prensiplerini saptayıp onun soyut ve platonik hazzı ile yetinmiyor ; aksine , yapılan deneylerin ve buluşların sonuçlarını değerlendirerek bunları yaşama yararlı olanaklar haline getiriyordu. demek ki , daha geçen yüzyılda düşünceden, uygulamaya, uygulama sonuçlarından da düşünceye geçilerek, mantık zincirinin halkalarında , tekinik olaranakların gerçekliği yer alıyordu. bu nedenle XIX. yüzyıl , düşüncenin, akli değerlerden pratik değerlere yöneldiği bir dönem oluyordu.
bugün bilinenden bilinmeyene doğru giden ve bilinmeyenin bilinir hale getirilmesi için çalışan sanatçı , aynen bilim adamlarının paralelinde görünmektedir. ama ilginçtir , her geçen gün bilim adamalranının çalışmalarıyla giderek sınırları büyüyen makro ve mikro evren ile toplumsal bunalımlar içinde olan günümüzün bir s...enteze varmak isteyen insanının , bir bakıma ilken insanın doğa kuvvetleri karşısındaki çaresiz durumuna benzer bir şaşkınlık içinde olduğu saptanmaktadır.
DOĞRULUK VE GELİŞEN İNSAN
Doğruluk erdemi, uygar bir toplumdaki genel törelerin ana ekseninde bulunmaktadır. Tanımı itibarıyla ilk bakışta hiçbir belirsizlik içermiyor gibi görünen bu erdem, aslında insanlık tarihi boyunca sürekli değişkenlik göstermiş, ahlak nedir ve ...nasıl tarif edilebilir sorusunu her zaman gündemde tutmuştur. Hemen tüm semavi, tarihsel, metafizik dinler, felsefeler ve klasik siyaset teorileri ahlakın evrenselliğine dikkat çekmelerine rağmen, ahlaki ve doğru ilkelerin farklı özel durumlara nasıl adapte edilebileceğine dair kuralları tam olarak verememektedirler. Bu kuralların yada değişmez ilkelerin verilemeyişi, dinler veya sistemlerin yetersizliğinden değil, bizzat pratik ve tarihsel durumların bilinememesindendir. Aslında sorunun özünde belki de Kant’ın dediği gibi, kuralların nasıl tatbik edileceğine dair kuralların bulunmaması yatmaktadır. Dahası 21. yüzyıla giren ve doğaya hükmetmeyi her geçen gün bilimselliğin ışığında biraz daha öğrenen insanlık için bu sorun ne yazık ki azalacağına artmaktadır. Bu ilk bakışta garip bir açmaz gibi gelebilir çünkü Aristoteles’in ‘‘Bilgi fazilettir ve erdemin dolayısıyla doğru olabilmenin ilk şartıdır’’ sözüyle çelişiyor gözükmektedir. Ancak günümüz insanlığının bilgi dağarcığı, çözümlerin çeşitliliğini arttırdığı gibi yeni sorularında oluşmasına neden olmuştur. İnsanlığın hükmetme yeteneğini artıran bilim, hayat ile ilgili etik değerlerde farklı yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Özetle günümüzdeki kritik soru da temelde aynıdır; İstenilen ve aranan erdem, fazilet, ahlak ve doğruluk gibi kavramlar aslında bizde var mıdır ve bu anlamda doğru nedir? Bilimi temel alan ampirist görüşe göre; eğer biyolojik açıdan kabul gören evrime inanıyorsak insan esasında doğadaki diğer canlılar gibi gelişim gösteren, ortama uyum sağlayan ve tıpkı diğerlerinde var olan hayatta kalma iç güdüsü ve kaygısıyla yaşayan bir canlıdır. O zaman asıl kaygı yaşayabilmektir ve bu uğurda yapılacak her şey doğru ve varoluş nedenselliğinden dolayı etiktir. Bu durumda da doğruluk ve ahlak klasik anlamları göz önüne alındığında çelişmektedir. Bu anlayış, doğruluğun kişiye ve duruma göre sürekli değişkenlik gösterdiğini, asla sabit ilkeleri yada töreleri olmadığını ve hayatta kalabilme kaygısıyla direkt bir ilişkisi olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken, insanda değil canlıda erdemin tanımlanıyor olmasıdır. Aslında yaklaşım çok yalındır ve “İnsan bir canlıdır” bakış açısına sahiptir. Ama hatırlanması gereken, canlılıktaki hayatta kalma kaygısının evrimsel olarak, iç güdüsel bir savunma mekanizmasıyla aşılmış olduğudur. İçgüdü ise öğrenme yetisi ile ters orantılı olarak vardır. Doğduğu andan itibaren düşmanını gördüğünde saldıran, bağıran yada kaçan diğer canlıların tersine insan, içinde bulunduğu duruma göre eğer çıkarları gerektiriyorsa düşmanını yanaklarından bile öpebilir. İnsana özgü olan bu tür davranışlar ise içgüdüsel yaşam anlayışı ile tam olarak bağdaşamamaktadır. Benzer yaklaşımları, doğruya ve erdeme yaklaşım yolları farklı olmasına rağmen felsefe tarihinde de görebiliriz. Sokrates ile aynı masada yenen bir yemek sırasında tartışılan erdem ve doğruluk savlarına sinirlenen Thrasymakhos, hakkın güç kullanmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Ona göre doğru ve erdem güçlünün işine gelendir. Tek gerçek güçlü olmaktır. Çünkü kanunları düzenleyen ve neyin doğru olduğunu toplumlara söyleyen de yine güçlülerdir. Farklı bir açıdan da olsa yine benzer şeyler söyleyen Kallikles’e göre ise doğruluk gibi erdemler güçsüzün işine gelendir. Güçsüzler haklı ile haksızı kendi çıkarlarına göre belirlerler. Bundan ötürüdür ki çok elde etmek haksızlık olarak tanımlanır ve doğru olarak görülmez. Oysa doğa, ona göre eşitlik tanımaz. Çünkü var olmanın temelinde bizim şimdi doğal seleksiyon dediğimiz, güçlünün güçsüzün yerini alması vardır. Dolayısıyla, güçsüzün erdemi yalnızca güçlüye karşı kullanılan sinsi bir silahtır. Bir tür mantık zincirinde yapılan tüm bu felsefi söylemler veya günümüze kadar yapılmış olan dini yada ahlak sistemleri birbirleri ile çelişebilmektedir. Kesiştikleri tek nokta ise doğrunun ve doğruluğun değişkenliğidir. Sokrates’in erdem’e bakışında ise bilgi ile ahlak arasındaki varolan döngüsel ilişki şekillendirilmiş, ahlak veya bilginin lehine sona erişin olamayacağı sonucuna varılmıştır. Çünkü ahlak ve bilginin ortak hedefi olan hakikat yalnızca “Bilgece hayat tarzı”nı gerçekleştirmeye çalışmakla ortaya çıkabilir. Hakikat, ne saf bilgi nede saf ahlaki hayat sorunudur. O her ikisini aynı anda gerektiren bir şeydir. Burada Sokrates’in odaklaştığı evrensel nokta, ahlaki tutum içinde olmadan doğru bilgi ve doğru bilgi olmadan da ahlaki tutumun ortaya çıkamadığı gerçeğidir. Sözgelimi, bir şeye yönelmek ve o şeyi olduğu gibi görmeye çalışmak iyi niyet, dürüstlük ve saygı gibi ahlaki tutumları gerektiren bir şeydir. Kuşkusuz ki buradan o halde yanlış anlama ahlaksızlıktır gibi bir sonuç çıkamaz. Çünkü yanlış anlama, doğru anlama niyetinin başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. Ancak her ne zaman doğru anlama gerçekleşirse, orada anlaşılan şeye karşı doğru bir tutum içerisine girilmiş demektir. Böylece ahlaki doğruluk ile bilginin doğruluğu arasında ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Doğruluk ile bilgi arasındaki ilişki sadece bununla kalmayıp, var olan tüm bilgilerin sosyal hayatta kullanılması ve yine eyleme dönüştürülmesi de zorunludur. Dikkat edilecek olursa burada doğru kavramı doğru anlamanın yanı sıra, doğru bir amaca uygun olarak seçilen doğru teknik ve araçların uygulanmasını da içermektedir. Yani temelde ahlakilik ve doğruluk, kişinin konuyla ilgileniş tarzında ortaya çıkar ve bu anlamda bir yorum sorunudur. Ama yine de doğru olabilmenin üç ana şartı içerdiği genel kabul görmektedir. Bunlar; Bilgi, duygu ve davranıştır. Örneklemek gerekirse, devlet malı yemenin kötü bir şey olduğunu insanın bilmesi toplumun yada çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir. Devlet malı yememesi doğru bir davranıştır. Yemesi durumunda suçluluk hissetmesi ise doğru bir duygudur. Fakat her zaman bilgi, davranış ve duygu birbiriyle dayanışma içerisinde olmayabilir. Sonuç olarak doğruluğun temel mekanizmasında bu üç değişmez öğe bir arada bulunmak zorundadır. Esasında şimdiye kadar irdelenmeye çalışılan, varlığının sorgulanması da dahil olmak üzere, doğru ve doğruluğun ne olduğu, hangi gereklilikleri istediği ve bu bağlamda ahlakiliğin nasıl tanımlanabileceği sorusuna bir şekilde yanıt bulma uğraşından başka bir şey değildi. Ancak bu noktada belki de düşünülmesi gereken bizim ne olduğumuz ve neden farklı olduğumuzdur. Sebebi ne olursa olsun insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran, sosyal yaşayabilme yeteneği, us kaygısı, gelecek ile ilgili planlar ve çözümlemeler yapabilme becerisi beraberinde doğal olarak erdem, ahlakilik ve bilhassa doğruluk kavramları için tanımlar üretmeye çalışan bir uygarlığın doğmasına neden olmuştur. Büyük bir ihtimaldir ki, varolduğu sürece bilgi için mücadele edecek olan insanoğlu, istemese de doğruyu ve doğruluğu, bilginin doğasından ötürü sorgulamak zorunda kalacak, izlediği yol ne olursa olsun sonuç itibariyle varacağı yer aynı noktada kesişecektir. Öyleyse faydalı olan doğru ve ahlaklıdır açılımı sadece dışsal değil bu anlamda içseldir de... Çünkü bilmenin ana şartı doğru olmak ve doğru değerlendirme yapabilmekten geçmektedir. Doğru ve doğruluk üzerine yapılmış olan bütün değerlendirmeler, gerçekte bir yandan yaradılıştan gelen hayatta kalabilme ve var olma kaygısıyla, diğer yandan erdem için gösterilen çaba arasında temel bir fark olmadığını ve ana kaygının İNSAN OLABİLME sorunu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. ALINTI / Dr. Oğuz Çilingir
iki türlü temel varoluş şekli
Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğuna inanır. (1)Varolmayı unutma/oyalanma durumu.Bir kişi varolmayı unutma durumunda yaşıyorsa madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır. Hayat türlü oyalamalarla ona ölümü “sanki...” unutturmuştur.Kişinin bu oyalamalar içerisinde düzeyi düşer,kendisi...ni boş gevezeliğe kaptırır,"onların" içinde kaybolur.Kendini sıradan dünyaya,işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim etmiştir. (2)Varolmayı düşünme/otantik varoluş durumunda, insan işlerin gidişine değil,oluşunu idrak eder ve hayran olur.Bu tarzda varolmak devamlı olarak varolduğunun farkında olmak demektir.”Ontolojik tarz” olarak söz edilen bu durumda kişi varolmayı düşünür,sadece varolmanın kırılganlığını değil sorumluluğunu da düşünür.İnsan yalnızca bu ontolojik tarzda kendilik yaratısıyla ilişkide olduğu için kendini değiştirme gücünü de burada kavrayabilir
5 Ekim 2010 Salı
XIX. yüzyılda gerçekçi görüşü yaratan etkenler
XIX. yüzyılda gerçekçi görüşü yaratan etkenler
XIX. yüzyıla değin düşünürler din ve bilimi, ancak kendilerinin işleyebilicekleri konular arasında sayıyorlardı. ancak bilim artık felsefnin fantezist gerçeğinden ayrılıyor objektif gözlem ile deneyin yarattığı labaratuvar içinde kendi yeni ve gerçek yerini buluyordu. X...VII. ve XVIII. yüzzyıllar, aklın soyut mantığına dayanıyorlardı. XIX. yüzyıl ise deney, teknik ve buluşlar yüzyılı oluyordu. buhar makinesi, elektirk jeneratörü ve röngen ışını gibi eski felsefecinin aklına bile gelmeyen buluşlar, bilimin labaratuvarda bulup geliştirdiği yeniliklerdi. bu nedenle deneyin yarattığı yeni buluş ve teknikler, bu yüzylın felsefesini de etkiliyorlardı. öyle ki gözlem , deney ve teknik, yeni düşünceyi oluşturuyor ve buçağ insanının kafasını çağın geğine göre yeniten biçimlendiriyordu. düşünülerek bulunan çözümelemeler yerine deneye dayanan çözümlemeler, sağlıklı ve isabetli bir düşünme biçimi yaratıyordu. bu gözlem ve deneyler sonunda birey doğadan ayrı bir varlık değil, doğanın parçası olduğunu anlıyor; aklı ile doğaya egemen olma mantığığına ve gücüne ulaşıyordu. bu bakımdan insanoğlu artık eskisi gibi bilimin prensiplerini saptayıp onun soyut ve platonik hazzı ile yetinmiyor ; aksine , yapılan deneylerin ve buluşların sonuçlarını değerlendirerek bunları yaşama yararlı olanaklar haline getiriyordu. demek ki , daha geçen yüzyılda düşünceden, uygulamaya, uygulama sonuçlarından da düşünceye geçilerek, mantık zincirinin halkalarında , tekinik olaranakların gerçekliği yer alıyordu. bu nedenle XIX. yüzyıl , düşüncenin, akli değerlerden pratik değerlere yöneldiği bir dönem oluyordu.
XIX. yüzyıla değin düşünürler din ve bilimi, ancak kendilerinin işleyebilicekleri konular arasında sayıyorlardı. ancak bilim artık felsefnin fantezist gerçeğinden ayrılıyor objektif gözlem ile deneyin yarattığı labaratuvar içinde kendi yeni ve gerçek yerini buluyordu. X...VII. ve XVIII. yüzzyıllar, aklın soyut mantığına dayanıyorlardı. XIX. yüzyıl ise deney, teknik ve buluşlar yüzyılı oluyordu. buhar makinesi, elektirk jeneratörü ve röngen ışını gibi eski felsefecinin aklına bile gelmeyen buluşlar, bilimin labaratuvarda bulup geliştirdiği yeniliklerdi. bu nedenle deneyin yarattığı yeni buluş ve teknikler, bu yüzylın felsefesini de etkiliyorlardı. öyle ki gözlem , deney ve teknik, yeni düşünceyi oluşturuyor ve buçağ insanının kafasını çağın geğine göre yeniten biçimlendiriyordu. düşünülerek bulunan çözümelemeler yerine deneye dayanan çözümlemeler, sağlıklı ve isabetli bir düşünme biçimi yaratıyordu. bu gözlem ve deneyler sonunda birey doğadan ayrı bir varlık değil, doğanın parçası olduğunu anlıyor; aklı ile doğaya egemen olma mantığığına ve gücüne ulaşıyordu. bu bakımdan insanoğlu artık eskisi gibi bilimin prensiplerini saptayıp onun soyut ve platonik hazzı ile yetinmiyor ; aksine , yapılan deneylerin ve buluşların sonuçlarını değerlendirerek bunları yaşama yararlı olanaklar haline getiriyordu. demek ki , daha geçen yüzyılda düşünceden, uygulamaya, uygulama sonuçlarından da düşünceye geçilerek, mantık zincirinin halkalarında , tekinik olaranakların gerçekliği yer alıyordu. bu nedenle XIX. yüzyıl , düşüncenin, akli değerlerden pratik değerlere yöneldiği bir dönem oluyordu.
19. yüzyılın ilk çeyreği içinde başlayıp süratle gelişen endüstri devrimi sürecini, batılı yazarlar modernite sözcüğüyle adlandırmışlardır. modernite teriminin içerdiği özelliklerin , daha sonra gelen dönemden hangi farklılıklardan dolayı ayrıldığının anlaşılması için 1960 öncesi 160 yıllık toplumsal değişim sürecinin... , çok belirgin özelliklerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
4 Ekim 2010 Pazartesi
DOĞRULUK VE GELİŞEN İNSAN
DOĞRULUK VE GELİŞEN İNSAN
Doğruluk erdemi, uygar bir toplumdaki genel törelerin ana ekseninde bulunmaktadır. Tanımı itibarıyla ilk bakışta hiçbir belirsizlik içermiyor gibi görünen bu erdem, aslında insanlık tarihi boyunca sürekli değişkenlik göstermiş, ahlak nedir ve nasıl tarif edilebilir sorusunu her zaman gündemde tutmuştur. Hemen tüm semavi, tarihsel, metafizik dinler, felsefeler ve klasik siyaset teorileri ahlakın evrenselliğine dikkat çekmelerine rağmen, ahlaki ve doğru ilkelerin farklı özel durumlara nasıl adapte edilebileceğine dair kuralları tam olarak verememektedirler. Bu kuralların yada değişmez ilkelerin verilemeyişi, dinler veya sistemlerin yetersizliğinden değil, bizzat pratik ve tarihsel durumların bilinememesindendir. Aslında sorunun özünde belki de Kant’ın dediği gibi, kuralların nasıl tatbik edileceğine dair kuralların bulunmaması yatmaktadır. Dahası 21. yüzyıla giren ve doğaya hükmetmeyi her geçen gün bilimselliğin ışığında biraz daha öğrenen insanlık için bu sorun ne yazık ki azalacağına artmaktadır. Bu ilk bakışta garip bir açmaz gibi gelebilir çünkü Aristoteles’in ‘‘Bilgi fazilettir ve erdemin dolayısıyla doğru olabilmenin ilk şartıdır’’ sözüyle çelişiyor gözükmektedir. Ancak günümüz insanlığının bilgi dağarcığı, çözümlerin çeşitliliğini arttırdığı gibi yeni sorularında oluşmasına neden olmuştur. İnsanlığın hükmetme yeteneğini artıran bilim, hayat ile ilgili etik değerlerde farklı yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Özetle günümüzdeki kritik soru da temelde aynıdır; İstenilen ve aranan erdem, fazilet, ahlak ve doğruluk gibi kavramlar aslında bizde var mıdır ve bu anlamda doğru nedir? Bilimi temel alan ampirist görüşe göre; eğer biyolojik açıdan kabul gören evrime inanıyorsak insan esasında doğadaki diğer canlılar gibi gelişim gösteren, ortama uyum sağlayan ve tıpkı diğerlerinde var olan hayatta kalma iç güdüsü ve kaygısıyla yaşayan bir canlıdır. O zaman asıl kaygı yaşayabilmektir ve bu uğurda yapılacak her şey doğru ve varoluş nedenselliğinden dolayı etiktir. Bu durumda da doğruluk ve ahlak klasik anlamları göz önüne alındığında çelişmektedir. Bu anlayış, doğruluğun kişiye ve duruma göre sürekli değişkenlik gösterdiğini, asla sabit ilkeleri yada töreleri olmadığını ve hayatta kalabilme kaygısıyla direkt bir ilişkisi olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken, insanda değil canlıda erdemin tanımlanıyor olmasıdır. Aslında yaklaşım çok yalındır ve “İnsan bir canlıdır” bakış açısına sahiptir. Ama hatırlanması gereken, canlılıktaki hayatta kalma kaygısının evrimsel olarak, iç güdüsel bir savunma mekanizmasıyla aşılmış olduğudur. İçgüdü ise öğrenme yetisi ile ters orantılı olarak vardır. Doğduğu andan itibaren düşmanını gördüğünde saldıran, bağıran yada kaçan diğer canlıların tersine insan, içinde bulunduğu duruma göre eğer çıkarları gerektiriyorsa düşmanını yanaklarından bile öpebilir. İnsana özgü olan bu tür davranışlar ise içgüdüsel yaşam anlayışı ile tam olarak bağdaşamamaktadır.
Benzer yaklaşımları, doğruya ve erdeme yaklaşım yolları farklı olmasına rağmen felsefe tarihinde de görebiliriz. Sokrates ile aynı masada yenen bir yemek sırasında tartışılan erdem ve doğruluk savlarına sinirlenen Thrasymakhos, hakkın güç kullanmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Ona göre doğru ve erdem güçlünün işine gelendir. Tek gerçek güçlü olmaktır. Çünkü kanunları düzenleyen ve neyin doğru olduğunu toplumlara söyleyen de yine güçlülerdir. Farklı bir açıdan da olsa yine benzer şeyler söyleyen Kallikles’e göre ise doğruluk gibi erdemler güçsüzün işine gelendir. Güçsüzler haklı ile haksızı kendi çıkarlarına göre belirlerler. Bundan ötürüdür ki çok elde etmek haksızlık olarak tanımlanır ve doğru olarak görülmez. Oysa doğa, ona göre eşitlik tanımaz. Çünkü var olmanın temelinde bizim şimdi doğal seleksiyon dediğimiz, güçlünün güçsüzün yerini alması vardır. Dolayısıyla, güçsüzün erdemi yalnızca güçlüye karşı kullanılan sinsi bir silahtır. Bir tür mantık zincirinde yapılan tüm bu felsefi söylemler veya günümüze kadar yapılmış olan dini yada ahlak sistemleri birbirleri ile çelişebilmektedir. Kesiştikleri tek nokta ise doğrunun ve doğruluğun değişkenliğidir.
Sokrates’in erdem’e bakışında ise bilgi ile ahlak arasındaki varolan döngüsel ilişki şekillendirilmiş, ahlak veya bilginin lehine sona erişin olamayacağı sonucuna varılmıştır. Çünkü ahlak ve bilginin ortak hedefi olan hakikat yalnızca “Bilgece hayat tarzı”nı gerçekleştirmeye çalışmakla ortaya çıkabilir. Hakikat, ne saf bilgi nede saf ahlaki hayat sorunudur. O her ikisini aynı anda gerektiren bir şeydir. Burada Sokrates’in odaklaştığı evrensel nokta, ahlaki tutum içinde olmadan doğru bilgi ve doğru bilgi olmadan da ahlaki tutumun ortaya çıkamadığı gerçeğidir. Sözgelimi, bir şeye yönelmek ve o şeyi olduğu gibi görmeye çalışmak iyi niyet, dürüstlük ve saygı gibi ahlaki tutumları gerektiren bir şeydir. Kuşkusuz ki buradan o halde yanlış anlama ahlaksızlıktır gibi bir sonuç çıkamaz. Çünkü yanlış anlama, doğru anlama niyetinin başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. Ancak her ne zaman doğru anlama gerçekleşirse, orada anlaşılan şeye karşı doğru bir tutum içerisine girilmiş demektir. Böylece ahlaki doğruluk ile bilginin doğruluğu arasında ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Doğruluk ile bilgi arasındaki ilişki sadece bununla kalmayıp, var olan tüm bilgilerin sosyal hayatta kullanılması ve yine eyleme dönüştürülmesi de zorunludur. Dikkat edilecek olursa burada doğru kavramı doğru anlamanın yanı sıra, doğru bir amaca uygun olarak seçilen doğru teknik ve araçların uygulanmasını da içermektedir. Yani temelde ahlakilik ve doğruluk, kişinin konuyla ilgileniş tarzında ortaya çıkar ve bu anlamda bir yorum sorunudur. Ama yine de doğru olabilmenin üç ana şartı içerdiği genel kabul görmektedir. Bunlar; Bilgi, duygu ve davranıştır. Örneklemek gerekirse, devlet malı yemenin kötü bir şey olduğunu insanın bilmesi toplumun yada çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir. Devlet malı yememesi doğru bir davranıştır. Yemesi durumunda suçluluk hissetmesi ise doğru bir duygudur. Fakat her zaman bilgi, davranış ve duygu birbiriyle dayanışma içerisinde olmayabilir. Sonuç olarak doğruluğun temel mekanizmasında bu üç değişmez öğe bir arada bulunmak zorundadır.
Esasında şimdiye kadar irdelenmeye çalışılan, varlığının sorgulanması da dahil olmak üzere, doğru ve doğruluğun ne olduğu, hangi gereklilikleri istediği ve bu bağlamda ahlakiliğin nasıl tanımlanabileceği sorusuna bir şekilde yanıt bulma uğraşından başka bir şey değildi. Ancak bu noktada belki de düşünülmesi gereken bizim ne olduğumuz ve neden farklı olduğumuzdur. Sebebi ne olursa olsun insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran, sosyal yaşayabilme yeteneği, us kaygısı, gelecek ile ilgili planlar ve çözümlemeler yapabilme becerisi beraberinde doğal olarak erdem, ahlakilik ve bilhassa doğruluk kavramları için tanımlar üretmeye çalışan bir uygarlığın doğmasına neden olmuştur. Büyük bir ihtimaldir ki, varolduğu sürece bilgi için mücadele edecek olan insanoğlu, istemese de doğruyu ve doğruluğu, bilginin doğasından ötürü sorgulamak zorunda kalacak, izlediği yol ne olursa olsun sonuç itibariyle varacağı yer aynı noktada kesişecektir. Öyleyse faydalı olan doğru ve ahlaklıdır açılımı sadece dışsal değil bu anlamda içseldir de... Çünkü bilmenin ana şartı doğru olmak ve doğru değerlendirme yapabilmekten geçmektedir. Doğru ve doğruluk üzerine yapılmış olan bütün değerlendirmeler, gerçekte bir yandan yaradılıştan gelen hayatta kalabilme ve var olma kaygısıyla, diğer yandan erdem için gösterilen çaba arasında temel bir fark olmadığını ve ana kaygının İNSAN OLABİLME sorunu olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
ALINTI /
Dr. Oğuz Çilingir
Doğruluk erdemi, uygar bir toplumdaki genel törelerin ana ekseninde bulunmaktadır. Tanımı itibarıyla ilk bakışta hiçbir belirsizlik içermiyor gibi görünen bu erdem, aslında insanlık tarihi boyunca sürekli değişkenlik göstermiş, ahlak nedir ve nasıl tarif edilebilir sorusunu her zaman gündemde tutmuştur. Hemen tüm semavi, tarihsel, metafizik dinler, felsefeler ve klasik siyaset teorileri ahlakın evrenselliğine dikkat çekmelerine rağmen, ahlaki ve doğru ilkelerin farklı özel durumlara nasıl adapte edilebileceğine dair kuralları tam olarak verememektedirler. Bu kuralların yada değişmez ilkelerin verilemeyişi, dinler veya sistemlerin yetersizliğinden değil, bizzat pratik ve tarihsel durumların bilinememesindendir. Aslında sorunun özünde belki de Kant’ın dediği gibi, kuralların nasıl tatbik edileceğine dair kuralların bulunmaması yatmaktadır. Dahası 21. yüzyıla giren ve doğaya hükmetmeyi her geçen gün bilimselliğin ışığında biraz daha öğrenen insanlık için bu sorun ne yazık ki azalacağına artmaktadır. Bu ilk bakışta garip bir açmaz gibi gelebilir çünkü Aristoteles’in ‘‘Bilgi fazilettir ve erdemin dolayısıyla doğru olabilmenin ilk şartıdır’’ sözüyle çelişiyor gözükmektedir. Ancak günümüz insanlığının bilgi dağarcığı, çözümlerin çeşitliliğini arttırdığı gibi yeni sorularında oluşmasına neden olmuştur. İnsanlığın hükmetme yeteneğini artıran bilim, hayat ile ilgili etik değerlerde farklı yaklaşımların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Özetle günümüzdeki kritik soru da temelde aynıdır; İstenilen ve aranan erdem, fazilet, ahlak ve doğruluk gibi kavramlar aslında bizde var mıdır ve bu anlamda doğru nedir? Bilimi temel alan ampirist görüşe göre; eğer biyolojik açıdan kabul gören evrime inanıyorsak insan esasında doğadaki diğer canlılar gibi gelişim gösteren, ortama uyum sağlayan ve tıpkı diğerlerinde var olan hayatta kalma iç güdüsü ve kaygısıyla yaşayan bir canlıdır. O zaman asıl kaygı yaşayabilmektir ve bu uğurda yapılacak her şey doğru ve varoluş nedenselliğinden dolayı etiktir. Bu durumda da doğruluk ve ahlak klasik anlamları göz önüne alındığında çelişmektedir. Bu anlayış, doğruluğun kişiye ve duruma göre sürekli değişkenlik gösterdiğini, asla sabit ilkeleri yada töreleri olmadığını ve hayatta kalabilme kaygısıyla direkt bir ilişkisi olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken, insanda değil canlıda erdemin tanımlanıyor olmasıdır. Aslında yaklaşım çok yalındır ve “İnsan bir canlıdır” bakış açısına sahiptir. Ama hatırlanması gereken, canlılıktaki hayatta kalma kaygısının evrimsel olarak, iç güdüsel bir savunma mekanizmasıyla aşılmış olduğudur. İçgüdü ise öğrenme yetisi ile ters orantılı olarak vardır. Doğduğu andan itibaren düşmanını gördüğünde saldıran, bağıran yada kaçan diğer canlıların tersine insan, içinde bulunduğu duruma göre eğer çıkarları gerektiriyorsa düşmanını yanaklarından bile öpebilir. İnsana özgü olan bu tür davranışlar ise içgüdüsel yaşam anlayışı ile tam olarak bağdaşamamaktadır.
Benzer yaklaşımları, doğruya ve erdeme yaklaşım yolları farklı olmasına rağmen felsefe tarihinde de görebiliriz. Sokrates ile aynı masada yenen bir yemek sırasında tartışılan erdem ve doğruluk savlarına sinirlenen Thrasymakhos, hakkın güç kullanmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Ona göre doğru ve erdem güçlünün işine gelendir. Tek gerçek güçlü olmaktır. Çünkü kanunları düzenleyen ve neyin doğru olduğunu toplumlara söyleyen de yine güçlülerdir. Farklı bir açıdan da olsa yine benzer şeyler söyleyen Kallikles’e göre ise doğruluk gibi erdemler güçsüzün işine gelendir. Güçsüzler haklı ile haksızı kendi çıkarlarına göre belirlerler. Bundan ötürüdür ki çok elde etmek haksızlık olarak tanımlanır ve doğru olarak görülmez. Oysa doğa, ona göre eşitlik tanımaz. Çünkü var olmanın temelinde bizim şimdi doğal seleksiyon dediğimiz, güçlünün güçsüzün yerini alması vardır. Dolayısıyla, güçsüzün erdemi yalnızca güçlüye karşı kullanılan sinsi bir silahtır. Bir tür mantık zincirinde yapılan tüm bu felsefi söylemler veya günümüze kadar yapılmış olan dini yada ahlak sistemleri birbirleri ile çelişebilmektedir. Kesiştikleri tek nokta ise doğrunun ve doğruluğun değişkenliğidir.
Sokrates’in erdem’e bakışında ise bilgi ile ahlak arasındaki varolan döngüsel ilişki şekillendirilmiş, ahlak veya bilginin lehine sona erişin olamayacağı sonucuna varılmıştır. Çünkü ahlak ve bilginin ortak hedefi olan hakikat yalnızca “Bilgece hayat tarzı”nı gerçekleştirmeye çalışmakla ortaya çıkabilir. Hakikat, ne saf bilgi nede saf ahlaki hayat sorunudur. O her ikisini aynı anda gerektiren bir şeydir. Burada Sokrates’in odaklaştığı evrensel nokta, ahlaki tutum içinde olmadan doğru bilgi ve doğru bilgi olmadan da ahlaki tutumun ortaya çıkamadığı gerçeğidir. Sözgelimi, bir şeye yönelmek ve o şeyi olduğu gibi görmeye çalışmak iyi niyet, dürüstlük ve saygı gibi ahlaki tutumları gerektiren bir şeydir. Kuşkusuz ki buradan o halde yanlış anlama ahlaksızlıktır gibi bir sonuç çıkamaz. Çünkü yanlış anlama, doğru anlama niyetinin başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. Ancak her ne zaman doğru anlama gerçekleşirse, orada anlaşılan şeye karşı doğru bir tutum içerisine girilmiş demektir. Böylece ahlaki doğruluk ile bilginin doğruluğu arasında ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Doğruluk ile bilgi arasındaki ilişki sadece bununla kalmayıp, var olan tüm bilgilerin sosyal hayatta kullanılması ve yine eyleme dönüştürülmesi de zorunludur. Dikkat edilecek olursa burada doğru kavramı doğru anlamanın yanı sıra, doğru bir amaca uygun olarak seçilen doğru teknik ve araçların uygulanmasını da içermektedir. Yani temelde ahlakilik ve doğruluk, kişinin konuyla ilgileniş tarzında ortaya çıkar ve bu anlamda bir yorum sorunudur. Ama yine de doğru olabilmenin üç ana şartı içerdiği genel kabul görmektedir. Bunlar; Bilgi, duygu ve davranıştır. Örneklemek gerekirse, devlet malı yemenin kötü bir şey olduğunu insanın bilmesi toplumun yada çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir. Devlet malı yememesi doğru bir davranıştır. Yemesi durumunda suçluluk hissetmesi ise doğru bir duygudur. Fakat her zaman bilgi, davranış ve duygu birbiriyle dayanışma içerisinde olmayabilir. Sonuç olarak doğruluğun temel mekanizmasında bu üç değişmez öğe bir arada bulunmak zorundadır.
Esasında şimdiye kadar irdelenmeye çalışılan, varlığının sorgulanması da dahil olmak üzere, doğru ve doğruluğun ne olduğu, hangi gereklilikleri istediği ve bu bağlamda ahlakiliğin nasıl tanımlanabileceği sorusuna bir şekilde yanıt bulma uğraşından başka bir şey değildi. Ancak bu noktada belki de düşünülmesi gereken bizim ne olduğumuz ve neden farklı olduğumuzdur. Sebebi ne olursa olsun insanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran, sosyal yaşayabilme yeteneği, us kaygısı, gelecek ile ilgili planlar ve çözümlemeler yapabilme becerisi beraberinde doğal olarak erdem, ahlakilik ve bilhassa doğruluk kavramları için tanımlar üretmeye çalışan bir uygarlığın doğmasına neden olmuştur. Büyük bir ihtimaldir ki, varolduğu sürece bilgi için mücadele edecek olan insanoğlu, istemese de doğruyu ve doğruluğu, bilginin doğasından ötürü sorgulamak zorunda kalacak, izlediği yol ne olursa olsun sonuç itibariyle varacağı yer aynı noktada kesişecektir. Öyleyse faydalı olan doğru ve ahlaklıdır açılımı sadece dışsal değil bu anlamda içseldir de... Çünkü bilmenin ana şartı doğru olmak ve doğru değerlendirme yapabilmekten geçmektedir. Doğru ve doğruluk üzerine yapılmış olan bütün değerlendirmeler, gerçekte bir yandan yaradılıştan gelen hayatta kalabilme ve var olma kaygısıyla, diğer yandan erdem için gösterilen çaba arasında temel bir fark olmadığını ve ana kaygının İNSAN OLABİLME sorunu olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
ALINTI /
Dr. Oğuz Çilingir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)